TÜRBAN ESARETİN ÖRTÜSÜ
“Türban özgürlüğü” diye bir özgürlük olabilir mi?
Eğer ağanın marabası olmak özgürlük ise, türban da özgürlüktür.
Şeyhin ayağına yüz sürmeye özgürlük diyorsanız, türbana da özgürlük demeye devam edin.
Cariyelik özgürlükse, türban da özgürlüktür. Türban, insanın kul, kadının cariye olduğu topluma denk düşen bir örtü; işin gerçeği budur.
Özgürlükler, demokratik devrimlerle geldi. Özgürlük, Ortaçağ ilişkilerinden kurtulmaktır. Kadın açısından özgürlük, eşitliğe kavuşmak, toplumun çalışan, üreten, yaratan, onurlu üyesi olmaktır. Yoksa padişahlığa, ağalığa, şeyhliğe, erkek tahakkümüne dönme özgürlüğü yoktur.
Demokratik, özgür bir toplum kurmak isteyen bir parti veya insan, türban ve özgürlük kavramlarını yan yana getiremez. Bu, esaret özgürlüğünü savunmaktan başka bir şey değildir.
Bireysel özgürlükleri tarihsel içeriğinden koparır ve Ortaçağ kafasıyla yeniden tanımlamaya kalkarsanız, yeniden kul olursunuz; cariye olursunuz.
KUR’AN HUKUKUN KAYNAĞI OLAMAZ
Kur’an da türban emri yok; doğru. Ama Kur’an da türban emri olsa, bu emir uygulanacak mı?
Kur’an’da “hırsızın elini kesin” emri var, uygulanıyor mu; uygulanabilir mi?
Kur’an’da “kadına mirastan yarım pay verin” emri var, uygulanıyor mu; artık uygulanabilir mi?
Kur’an’da “Dört kadın almak” caiz, hangi onurlu kadın, bu hükmü benimseyebilir?
Kur’an’da kölelik var; cariyelik var; hangi babayiğit uygulayabilir?
Kur’an’da “İslamdan vazgeçeni öldürün” emri var, nerede bulabilirsiniz o cellatı?
GÜNÜMÜZ TOPLUMUNU KUR’ANLA YÖNETEMEZSİNİZ
Demokratik bir toplumu, Tevrat’ın On Emriyle; İncil’den ayetlerle, Kuran’la yönetemezsiniz. O nedenle türban konusunda Kur’an’a gönderme yaparak yürütülen tartışmalar, tarih bilgimizi genişletir ama hukukun kaynağı olamaz.
Devletin temel düzenlerini din esaslarına göre belirlemeye kalkmak, bütün demokratik ülkelerde Anayasaya aykırıdır. Dahası en katı yobaz bile, günümüz toplumunu Nisa suresine, Ahzab suresine veya Bakara suresine veya başka bir sure ve ayete dayanarak düzenleyemez. Bu, deveyle ticaret yapmaya benzer ve artık mümkün değildir. İslam, birçok İslam âliminin de belirttiği gibi, tarihseldir. Tarihin dışında hiçbir şey yoktur.
Hz. Muhammed, dünya tarihinin en büyük devrimcilerindendir. İslamın düzenlemeleri, 7. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar dünya ölçeğinde bir devrimin hukuku idi. İslam, yeryüzü uygarlığının merkezi ve önderi oldu, ama o çağ arkada kaldı; bugün 21. yüzyılda yaşıyoruz. 21. yüzyılın toplumunu, 7-15. yüzyılın hukukuyla yönetemezsiniz. Yönetirim diyenler açıp kutsal kitapların her cümlesini yeniden okusunlar ve günümüz toplumunun denek taşına vursunlar. Bugünün ekonomisini, siyasetini, kültürünü, bilim hayatını, Tevrat, İncil veya Kur’an’la yönetebilecek bir sihirbaz yoktur. Bunu Fethullah Hoca da yapamaz; Mahmut Ustaosmanoğlu da yapamaz. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül de yapamaz. Halkı aldatmaktadırlar.
CİNSELLİĞE VURGU YAPAN KÖLECİ KÜLTÜR
Türban, kadının cinselliğine vurgu yapan bir kültürün simgesidir; kadını insan yerine koymayan, onu yalnız cinsel bir nesne olarak gören bir anlayışın aletidir. Eski köleci Yunan ve Roma kültürü böyle idi; bütün Ortaçağ karanlığında bu yaşandı; asilzadeler kadını cinsel köle yaptılar; kadını kafesin arkasına kapattılar.
Bugün çürüyen emperyalist-kapitalist kültür de, kadını yeniden cinsel bir nesne durumuna düşürdü. Bu açıdan kadının göbeğini açarak dolaşması ile türban aslında aynı kültürün işaretleridir. Biri örterken, diğeri açmaktadır. Ama ikisinde de vurgu aynıdır, “Bu gördüğünüz veya göremediğiniz cinsel nesnedir” bildirisi vardır. Türban, kadını hor gören, kadının kişiliğini kabul etmeyen bir kültürün simgesidir.
Türban giyen kadınları elbette incitmiyoruz; onlar bizim insanlarımızdır. Ama onlara değer veriyorsak, gerçekleri söylemek zorundayız. O kardeşlerimizi ve eşlerini üzmeden, saygı göstererek cesaretle ve yılmadan bu doğruları anlatmak, bir insanlık borcudur; bir uygarlık görevidir: Türban, çalışan, başı dik, kişilikli, çağdaş Türk kadınına yakışmıyor; çağımızda hiçbir toplumun kadınına yakışmıyor. Yasakları, baskıyı savunuyor değiliz; ama bu gerçeği kadınlarımıza, erkeklerimize, gençlerimize anlatmaktan vazgeçemeyiz. Vazgeçenlere yazıklar olsun diyoruz.
Soruyoruz: Toplum nasıl özgürleşecek, insan onuru nasıl gelişecek?
TÜRBAN SOSYETE ÖRTÜSÜDÜR
Türbanla tarlada çapa yapamazsınız, yapan yok.
Türbanla zeytin çırpamazsınız, çırpan yok.
Türbanla mutfakta yemek pişiremezsiniz.
Türbanla fabrikada, laboratuarda çalışamazsınız; hemşirelik ebelik yapamazsınız.
Türban, çalışan, iş yapan kadının örtüsü değildir.
Türban, sağlığa aykırıdır. Doktorlar söylüyor: Yara yapıyor, pişik yapıyor; sıkıntı veriyor; kadına eziyettir.
Türban, sosyete örtüsüdür.
Çalışan kadının örtüsü, baş örtüsüdür; yemenidir, eşarptır, şapkadır vb.
PARMAKLARDA 50 MİLYARLIK PIRLANTALAR
Dikkat edilsin, türbanın asıl sahipleri, parmaklarında 50 milyarlık pırlanta yüzükle dolaşanlardır.
Hz Muhammed’in bir çulu, bir de kırık testisi vardı. Sofradan yarı aç kalkmayı öğütlüyordu. Altına, zenginliğe tamah etmedi; Mekke’nin yoksullarını, zulme uğrayanları örgütledi.
Bir de, şu türban bayrağını açan AKP erkânına ve hanımlarına bakınız: Göğüslerinde Amerikan bayrağı, gözlerini para ve altın hırsı bürümüş; sarayların eşyalarına bile göz koydular; parmaklarında 50 milyarlık pırlantalarla dolaşıyorlar; çocuklarına gemicikler alarak kendilerine benzetiyorlar; kıyıyorlar onlara da. Türban yobazlığının tepesindeki BOP Eşbaşkanı’nın yasadışı servetinin 20 milyar doları bulduğu saptanıyor.
Bu saltanat ve para düşkünleri, fakiri fukarayı türbanla, tarikatla, yobazlıkla kendilerine kul yapmaktadırlar. Hakikat budur!
Türban, milletin hakimiyetine karşı, emperyalizmin, mafya ve tarikat trilyonerlerinin saltanatının örtüsüdür.
RAHİBE ÖRTÜSÜ
Tarihimize bakalım, ne köyde, ne kasabada, ne de sarayda türban yoktur. Yemeni vardır, başörtüsü vardır, ferace vardır, çarşaf vardır, eşarp vardır, peçe dahi vardır, ama türban yoktur. Nenelerimizin, annelerimizin resimlerine bakalım, kitapları karıştıralım, türbanı Türk tarihinde bulamazsınız. Ama Sumer ve Asur mabetlerinde, Katolik rahibelerinin başlarında bulabilirsiniz. Türban, bir rahibe örtüsüdür. Bu tarihsel bir gerçektir. Kim niçin bu gerçeğe kızmakta veya söylemekten korkmaktadır?
KADINA TÜRBAN ASKERE ÇUVAL
Tayip Erdoğan, en sonunda bir İspanya gezisinde, “Velev ki siyaset simgesi” diyerek, türbanın siyasetin aleti olduğunu itiraf etmişti.
Hangi siyasetin?
Türban, Yeşil Kuşak siyasetinin ve bugün Büyük Ortadoğu Projesi’nin örtüsüdür.
Türbanı bayrak yapan kara siyaset, Irak ve Afganistan’da milyondan fazla Müslümanı katletti; Müslüman kadınlara tecavüz etti; Ortadoğu uygarlığını yağmaladı; Müslümanların yaşadığı ülkeleri böldü, bölüyor. Türban, bu zulmü örtüyor.
Türban, 1970’lerden sonra Türk toplumuna dışardan dayatıldı. Hepimiz yaşadık bunu. Kadınlarımızın başına türban geçirenler; askerimizin başına da çuval geçirdiler.
SÖZDE LAİKLERE BİR ÇİFT SÖZ
Büyük sermaye sahipleri, laikliği özünden kopardı. Laiklik, dünyanın her yerinde kralların padişahların saltanatına karşı, halk hakimiyetinin ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Laiklik, halkın krallara ve beylere karşı iktidar savaşının siyaseti idi. Türkiye’de de saltanata karşı mücadelenin bayrağı oldu. Ancak Kemalist Devrim’in kireçlenmesinden sonra burjuvazi, laikliği yoz hayatın, meyhaneciliğin vb maskesi olarak kullandı. Şimdi bundan da vazgeçtiler; “türban özgürlüğünü” savunuyorlar. Bir kısım laikçilerimiz ise, devrimci demokrasiden ödün vere vere, en sonunda toplumun bütün meselelerini Kur’an’a dayanarak tartışır noktaya geldiler. Tarikatların şeyhlerin minderinde çağdaşlık mücadelesi veriyorlar.
Demokratik devrimlerin kendi halkçı devrimci ideolojisi var. Bu, Türkiye’ye Gençtürk Devrimciliğiyle ve devamında Kemalist Devrim’le geldi. Çağdaş topulumu kurma mücadelesi, Ortaçağ kaynaklarına yaslanarak verilemez. Emperyalizme ve gericiliğe karşı 7-15. yüzyılın ideolojisiyle mücadele edeceklerini sananlar, günümüzdeki hazin manzaranın sorumlusudurlar ve yarınlara ışık tutamazlar.
Günümüzün demokratik çağdaş toplumu, dünyanın hiçbir yerinde dinsel kaynaklara gönderme yaparak kurulmamıştır. Geleceğin toplumu da, kutuplardan ekvatora kadar dinsel kaynaklara göre kurulmayacaktır.
Atatürk gibi devrimci olalım, yoksa bu süreç türbanda durmaz, kadınlarımızı cariye yaparlar.
www.doguperincek.info
7 Ekim 2010 Perşembe
16 Ağustos 2010 Pazartesi
10 Ağustos 2010 Salı
NAMUS VE ERDEM
12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak halk oylaması için, süreç gittikçe kızışmaya başladı. Bazı soldan dönmelerin ‘evet’ demesi, siyasi iktidarı sevindirmektedir. Tüm Öğretim Elemanları Derneği’nin adı bile unutulan eski genel başkanının, şeriatçı Vakit Gazetesi’ndeki “Namuslu olun, evet deyin” şeklindeki açıklaması, namus kavramının hangi çıkarlar uğruna namussuzluğa dönüştüğünün açıklanması açısından önemlidir. Aynı gazetenin haberine göre, 12 Eylül 1980 öncesinin ünlü Fatsa Belediye Başkanı Fikri Sönmez’in oğlunun da, ‘evet’ kampanyasına katılması düşündürücüdür. Bu durumda Naci Sönmez’in, babası terzi Fikri’nin fikirlerini anlamadığı ve yararlanamadığı anlaşılmaktadır.
CHP eski Genel Başkan Yardımcısı Ankara Milletvekili Eşref Erdem, yapılacak halkoylaması için Sabah Gazetesi’ndeki röportajında “Demokratlar evet demeli” diyerek, soyadı erdemli bir politikacı örneği sunmuştur. Eşref Erdem, Kasım 2007 tarihinde “CHP’nin soldan uzaklaştığını” söylemiş ve genel başkan yardımcılığından istifa ederek, erdemli bir tavır sergilemişti! Bu olay için Sayın Erdem’e “Günaydın” diyerek, Cumhuriyet Gazetesi’nde 27 Kasım 2007 tarihinde yazdığım “Günaydın” adlı makaleyi, kendisine sunmuştum. 35 yıllık CHP’li politikacı Eşref Erdem demokrat gözükmek adına, AKP’nin diktatörlük kurmak için yaptığı sahte demokratlık çabalarını görmezden geliyor. 12 Eylül ürünü olan ve özgürlükleri kısıtlayan 1982 Anayasası’nın bile daha gerisine düşen AKP Anayasa paketinin desteklenmesini istiyor. Son sekiz yıldır siyasi iktidarın özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik eylemlerini yok sayarak, AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştirdiğini söylemek, herkese kısmet olmayan bir söylem olsa gerek…
Başbakan soldan dönmelerin bu tavırlarını görünce, Hatay’da yaptığı konuşmada şunları söyledi; “CHP, MHP, BDP, bir kısım medya, YARSAV, terör örgütü hepsi bir araya toplanmışlar. Kime karşı, milletin anayasasına evet diyenlere karşı”. Bir başbakanın kendisine karşı fikirleri yok sayması ve fikir sahiplerine karşı iftira atarak, aşağılama yetkisi ve hakkı yoktur. Bir başbakanın siyasi partileri, basın kuruluşlarını, demokratik kitle örgütlerini terör örgütü ile birlikte göstermesi, demokrasinin farklı görüşler rejimi olduğunu bilmediğinin ve kendi acizliğinin çok açık kanıtıdır. Terör örgütünün başına ‘sayın’, şehitlere ‘kelle’ diyenlerin, 19 Ekim 2009 tarihinde Habur sınır kapısında 34 PKK militanını kahraman gibi karşılayarak, seyyar mahkemeler kurduranların, terörü önlemek yerine yan gelip yatanların yönetimde olduğu ülkemizin önünde bu sıkıntılı günleri aşmak için bir fırsat vardır. İşte bu fırsat, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak halk oylamasında verilecek ‘Hayır’ oyları ile cumhuriyetimize ve geleceğimize sahip çıkacağımız büyük bir fırsattır.
Başbakanın bu ölçüsüz, dayanaksız ve toplumu ayrıştırmaya yönelik söylemleri, sürekli artarak devam etmektedir. Ulusunu, ülkesini ve cumhuriyetini seven siyasi partilerden, basın kuruluşlarından ve demokratik kitle örgütlerinden duyduğu öfkeyle, ne yapacağını bilmez bir halde saldırılarını sürdürmektedir. YARSAV yöneticileri, başbakan hakkında suç duyurusunda bulunulacağını açıklamıştır.
Başbakan, Afyon’da yaptığı konuşmada CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef almış ve SSK Genel Müdürlüğü yaptığı dönemde, kurumun sürekli zarar ettiğini söylemiştir. Başbakan sözlerini şöyle sürdürmüştür: “Ne yaptın sen orada? Kimleri oralara doldurdun? İhale yolsuzlukları ne oldu? Bunların neticesinde SSK hep zarar etti. Sen onların hesabını ver.”
Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili bu söylemlerde bulunan başbakan İstanbul Anakent Belediye Başkanlığı yaptığı döneme ilişkin TBMM Başkanlığı’na ulaşan ve dokunulmazlık zırhının kaldırılması istenen fezlekelerde “görevi ihmal, zimmet, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, resmi evrakta ve kayıtlarında sahtecilik ile cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak” suçlamalarının yer aldığını unutmuş gözüküyor. Kendisi hakkında 1994 yılında İstanbul Anakent Belediye Başkanı olmasından, milletvekili seçildiği 2003 yılına kadar geçen sekiz yılda 84 suçlamanın kayıtlara alındığından, bunlardan yalnızca birinden beraat ettiğinden, hakkındaki 20 suçlamadan “Rahşan Ecevit’in affı” ile kurtulduğundan ve diğer 63 suçlamadan ise dokunulmazlık sayesinde şimdilik kurtulduğunu da unutmuş gözüküyor…
Korkunun ecele faydası yoktur; yolsuzluktan beslenenler zamanı gelince bunun hesabını yargı önünde vereceklerdir. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak halk oylamasında ‘evet’ çıkması için çalışanların, yolsuzlukların gizlenemeyeceğini bilmeleri gerekir. Namus ve erdem kavramlarını bilmeden dürüst insanlara çamur atarak, kendi şüphelilerini, kendi kalpazanlarını ve kendi yolsuzluklarını görmek istemeyenler, halk oylamasındaki ‘Hayır’lı oylarla, yolun sonuna geldiklerini anlamışlardır. İşte bu yüzden çırpınmakta ve sağa, sola çamur atmaktadırlar. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, halk oylamasından alacakları ders, deliğe süpürülmeleri için başlangıç olacaktır..
SUAY KARAMAN/İLK KURŞUN
CHP eski Genel Başkan Yardımcısı Ankara Milletvekili Eşref Erdem, yapılacak halkoylaması için Sabah Gazetesi’ndeki röportajında “Demokratlar evet demeli” diyerek, soyadı erdemli bir politikacı örneği sunmuştur. Eşref Erdem, Kasım 2007 tarihinde “CHP’nin soldan uzaklaştığını” söylemiş ve genel başkan yardımcılığından istifa ederek, erdemli bir tavır sergilemişti! Bu olay için Sayın Erdem’e “Günaydın” diyerek, Cumhuriyet Gazetesi’nde 27 Kasım 2007 tarihinde yazdığım “Günaydın” adlı makaleyi, kendisine sunmuştum. 35 yıllık CHP’li politikacı Eşref Erdem demokrat gözükmek adına, AKP’nin diktatörlük kurmak için yaptığı sahte demokratlık çabalarını görmezden geliyor. 12 Eylül ürünü olan ve özgürlükleri kısıtlayan 1982 Anayasası’nın bile daha gerisine düşen AKP Anayasa paketinin desteklenmesini istiyor. Son sekiz yıldır siyasi iktidarın özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik eylemlerini yok sayarak, AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştirdiğini söylemek, herkese kısmet olmayan bir söylem olsa gerek…
Başbakan soldan dönmelerin bu tavırlarını görünce, Hatay’da yaptığı konuşmada şunları söyledi; “CHP, MHP, BDP, bir kısım medya, YARSAV, terör örgütü hepsi bir araya toplanmışlar. Kime karşı, milletin anayasasına evet diyenlere karşı”. Bir başbakanın kendisine karşı fikirleri yok sayması ve fikir sahiplerine karşı iftira atarak, aşağılama yetkisi ve hakkı yoktur. Bir başbakanın siyasi partileri, basın kuruluşlarını, demokratik kitle örgütlerini terör örgütü ile birlikte göstermesi, demokrasinin farklı görüşler rejimi olduğunu bilmediğinin ve kendi acizliğinin çok açık kanıtıdır. Terör örgütünün başına ‘sayın’, şehitlere ‘kelle’ diyenlerin, 19 Ekim 2009 tarihinde Habur sınır kapısında 34 PKK militanını kahraman gibi karşılayarak, seyyar mahkemeler kurduranların, terörü önlemek yerine yan gelip yatanların yönetimde olduğu ülkemizin önünde bu sıkıntılı günleri aşmak için bir fırsat vardır. İşte bu fırsat, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak halk oylamasında verilecek ‘Hayır’ oyları ile cumhuriyetimize ve geleceğimize sahip çıkacağımız büyük bir fırsattır.
Başbakanın bu ölçüsüz, dayanaksız ve toplumu ayrıştırmaya yönelik söylemleri, sürekli artarak devam etmektedir. Ulusunu, ülkesini ve cumhuriyetini seven siyasi partilerden, basın kuruluşlarından ve demokratik kitle örgütlerinden duyduğu öfkeyle, ne yapacağını bilmez bir halde saldırılarını sürdürmektedir. YARSAV yöneticileri, başbakan hakkında suç duyurusunda bulunulacağını açıklamıştır.
Başbakan, Afyon’da yaptığı konuşmada CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef almış ve SSK Genel Müdürlüğü yaptığı dönemde, kurumun sürekli zarar ettiğini söylemiştir. Başbakan sözlerini şöyle sürdürmüştür: “Ne yaptın sen orada? Kimleri oralara doldurdun? İhale yolsuzlukları ne oldu? Bunların neticesinde SSK hep zarar etti. Sen onların hesabını ver.”
Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili bu söylemlerde bulunan başbakan İstanbul Anakent Belediye Başkanlığı yaptığı döneme ilişkin TBMM Başkanlığı’na ulaşan ve dokunulmazlık zırhının kaldırılması istenen fezlekelerde “görevi ihmal, zimmet, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, resmi evrakta ve kayıtlarında sahtecilik ile cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak” suçlamalarının yer aldığını unutmuş gözüküyor. Kendisi hakkında 1994 yılında İstanbul Anakent Belediye Başkanı olmasından, milletvekili seçildiği 2003 yılına kadar geçen sekiz yılda 84 suçlamanın kayıtlara alındığından, bunlardan yalnızca birinden beraat ettiğinden, hakkındaki 20 suçlamadan “Rahşan Ecevit’in affı” ile kurtulduğundan ve diğer 63 suçlamadan ise dokunulmazlık sayesinde şimdilik kurtulduğunu da unutmuş gözüküyor…
Korkunun ecele faydası yoktur; yolsuzluktan beslenenler zamanı gelince bunun hesabını yargı önünde vereceklerdir. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak halk oylamasında ‘evet’ çıkması için çalışanların, yolsuzlukların gizlenemeyeceğini bilmeleri gerekir. Namus ve erdem kavramlarını bilmeden dürüst insanlara çamur atarak, kendi şüphelilerini, kendi kalpazanlarını ve kendi yolsuzluklarını görmek istemeyenler, halk oylamasındaki ‘Hayır’lı oylarla, yolun sonuna geldiklerini anlamışlardır. İşte bu yüzden çırpınmakta ve sağa, sola çamur atmaktadırlar. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, halk oylamasından alacakları ders, deliğe süpürülmeleri için başlangıç olacaktır..
SUAY KARAMAN/İLK KURŞUN
ORDUYLA OYNAYANLAR, ATEŞLE OYNUYORLAR, FARKINDA DEĞİLLER…

AKP’nin hedefinde iki kurum var: Ordu ve yargı. AKP, bu iki kurumu ele geçirip, İslam cumhuriyetinin önündeki engelleri ortadan kaldırmayı düşünmektedir. İktidarı almadan önce de sonra da AKP, bu hedefe kilitlenmişti. Çünkü geçmişte kurulan İslamcı partiler de aynı engellerle karşılaşmışlar ve siyasal yaşamlarını sürdürememişlerdi. Yakın zamana kadar bu kâbusu AKP de yaşamış, bir kez de “kapanma tehlikesi” geçirmişti.
İşte bu nedenlerle o, hükümet olur olmaz, Türkiye’nin temel sorunlarını çözmek yerine, Kemalist düzeni değiştirmek için kolları sıvadı. Ne işsizlik ne de yoksulluk vardı onun ilgi alanında.
Önceleri “takıyye” sistemi ile yani asıl amacını gizleme, örtme yöntemi ile çalıştı ve saman altından su yürüttü. Yavaş yavaş, çaktırmadan, sessizce yol aldı. Arada bir de radikal, sert çıkışlarla nabız yokladı. Ama genellikle ortalarda fazla görünmeden, dikkat çekmeden hedefine ulaşmayı denedi.
Tepkiler güçlü olursa geri adım atıyor, cılız, sessiz olursa yoluna devam ediyordu. En çok da yargı ve ordudan çekiniyordu. Çünkü o yıllarda bu kurumlar, “cumhuriyetin kurumları” olma niteliklerini koruyorlardı ve ortalarda henüz özel görevli savcılar, yargıçlar da yoktu.
Onun için AKP o sıralar öyle fazla “demokrasi, sivil toplum” gösterileri yapıp, “insan hakları savunuculuğu”na soyunmuyordu.” Çünkü yandaş yargıyı ve basını henüz oluşturamamıştı. Mehter takımı gibi yürüyordu: İki adım ileri, bir adım geri…
Ama Türk ordusu hem ABD’nin hem de siyasal İslam’ın en büyük düşmanı, korkulu rüyasıydı. Fethullah Gülen davullarla, zurnalarla, törenlerle Türkiye’ye dönüp, Humeyni gibi yönetime el koyacağı günleri sabırsızlıkla bekliyordu ama karşısına Mustafa Kemal’in Cumhuriyet ordusu çıkıyordu. Amerika ve yerli ortakları Ortadoğu’yu bir Amerikan kıtası yapmak için can atıyordu ama yüce, ulu Türk ordusu sarp dağlar gibi geçit vermiyordu. Ne yapıp edip bu engeli aşmaları gerekiyordu.
Amerikan yönetimi ve CIA ajanları, bu nedenle planlar, programlar yaptılar. Projeler geliştirdiler. Tertipler düzenlediler. Ordunun gücünü kırmak, moralini çökertmek, onu komutansız ve başsız bırakmak için BOP eşbaşkanlarını görevlendirdiler. Yandaş basını oluşturdular.
Yandaş basın durmadan darbe senaryoları ve çete adları ortaya atarak ihbarlarda bulunuyor; subay, sivil demeden tüm ulusalcıları suçluyordu..
Bunun sonucunda “Ergenekon” denilen, tuhaf bir terör örgütü çıktı ortaya. Türkiye’nin hemen hemen tüm kentlerinde üyesi bulunan ama birbirini tanımayan, her meslekten kişilerden oluşan bir çeteydi bu. Darbe yapıp hükümeti alaşağı edecekti. Hazırlanan dosyada yıllar önce emekliye ayrılan, hatta yaşamını yitirmiş komutanlar bile vardı.
Önce sivilleri tutukladılar. Ses çıkmadı kimseden. Kimse karşı koymadı. Çünkü onlar yaşamlarını sürdürüyorlardı ve kendilerine karışan, görüşen yoktu. Başkalarının sorunları onları ilgilendirmiyordu. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyorlardı.
Derken sıra emekli subaylara, ardından muvazzaflara, daha sonra da görev başında olan paşalara, ordu komutanlarına geldi. Şaşkınlık, telaş, korku diz boyuydu ve sessizlik devam ediyordu.
Gencecik teğmenler tutuklanıyordu. Ne ilgilenen ne arayan vardı. Ordu seyirci konumundaydı. Yaşlı başlı generaller günlerce sorgulanıyor, kötü koşullar ve yaşanılan stres karşısında acil servislere kaldırılıyorlardı. Dönüp bakan yoktu.
Bütün bu işler olup biterken muhalefet partileri uykudaydı. Sendikalar, dernekler uykudaydı. Parti başkanları, parti yöneticileri rahat, sakin, olan biteni meclis salonlarından yarım ağızla eleştirmekle yetiniyorlardı, o kadar. Oysa haksızlıklar, hukuksuzluklar arşa yükselmişti ve bu faşist uygulamalar karşısında yer yerinden oynamalı, tüm yurt yüzeyi direniş alanına dönmeliydi.
Duyarsızlıklar, tepkisizlikler karşısında kurbağa, egemen güçler tarafında ılık suya atıldı. Ateşin ısısı azar azar yükseltiliyor, kurbağa, ısınan suyun sıcaklığını duymuyordu bile. Haşlanıyordu ama tehlikenin farkına varamıyordu. Yavaş yavaş ölüme sürükleniyordu.
Devletin düzeni sarsılmıştı bir kez. Taşlar yerinden oynamıştı. Genelkurmay başkanları bile kapalı kapılar arkasında gizli anlaşmalar, sözleşmeler yapıyor, tertiplere karışıyordu.
Bu elverişli koşullar ve ortam karşısında ABD ve ortakları “orduyu dize getirme” konusunda iyice umutlandılar. Recep Tayyip, Obama görüşmeleri YAŞ öncesinde hızlandı. Onlara göre ordu “teslim bayrağı”nı çekmek üzereydi ve artık “son vuruşu” yapmanın zamanı gelmişti. ABD karşıtı bazı komutanların terfilerine engel olunmalı, ordu atamalarında, rütbe belirlemelerinde hükümetin de söz sahibi olduğu YAŞ üyelerinin beynine yerleştirilmeliydi.
Bu amaçla YAŞ’tan birkaç gün önce, 78’i muvazzaf olmak üzere, 102 subay hakkında “yakalama” emri çıkartıldı. YAŞ toplantıları bittikten sonra da “herkesin görevi başında bulunması nedeniyle yakalama koşulları oluşmadığından…” bu karar bozuldu. Sanki bu karar alınırken onlar görev başında değildi de yurt dışında, kaçak yaşıyorlardı. Yani, oyun içinde oyun oynanıyor, bir takım hesaplar yapılıyordu.
Daha önce de bu yolu deneyenler olmuştu. Bir zamanlar Menderes dönemimde de “Battal Gazi Ordusu”, “Omuzları kalabalıklar” gibi sözlerle ordumuz aşağılanmak istenmişti.
Mütareke yıllarında ise saray ve çevresi İngilizlerle işbirliği yapıp orduyu felç etmek için büyük çaba göstermişti.
1918 yılında Mondros Mütarekesi ile ordu lağvedilmiş, elinden tüm teçhizat ve silahları alınmıştı Türk subayları Malta’ya sürgüne gönderilmişti. Geride kalan çok az sayıda subay Mustafa Kemal’le birlikte Anadolu’ya geçip, Kurtuluş Savaşını başlatmıştı. Mustafa Kemal şunları söylüyordu o yıllarda:
“Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lâzımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder. Kuvvet ordudur.
İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için pek tabii olarak evvelâ onu ordudan mahrum etmek çarelerine başvurdular… “
Günümüzde de Mütareke Yıllarında olduğu gibi, iktidar ABD ile işbirliği yaparak, “orduyu felç etmek“ için elinden geleni ardına koymuyor. Hükümet, Türk ordusunu yendi, hizaya soktu…” gibi sözlerle kendi ordusunu yenmekle övünüyor. Var mıdır böyle bir şey? Kim söyleyebilir bu türden sözleri? Türk ordusu ne zamandan beri hükümet tarafından düşman sayılmaktadır?
Dostun da düşmanın da bilmesi gereken şudur: Tarih boyunca Türk ordusu (geçici dönemler hariç) hiçbir zaman yenilmedi. En kötü dönemlerinde bile bağrından mutlaka bir Mustafa Kemal, bir Atila Işık Paşa çıkardı ve onurumuzu kurtardı. Korudu.
Ordumuzun içine düşürüldüğü bugünkü durum da gelip geçicidir. Mutlaka gerçek gücüne, yerine, onuruna ve eskiden olduğu gibi halkın güvenine kavuşacaktır.
Şimdi buradan çok açık ve net olarak sesleniyor ve diyorum ki: Orduyu tertiplerle, hayali senaryolarla yıpratmaya, dize getirmeye, bozguna uğratmaya çalışmak kimseye iyilik getirmez.”
“Orduyla oynayanlar, ateşle oynadıklarının bir gün farkına varacaklardır… Öncekiler gibi onların da sonu hüsran olacaktır…
ALİ ERALP/ali-eralp@hotmail.com
İLK KURŞUN
İşte bu nedenlerle o, hükümet olur olmaz, Türkiye’nin temel sorunlarını çözmek yerine, Kemalist düzeni değiştirmek için kolları sıvadı. Ne işsizlik ne de yoksulluk vardı onun ilgi alanında.
Önceleri “takıyye” sistemi ile yani asıl amacını gizleme, örtme yöntemi ile çalıştı ve saman altından su yürüttü. Yavaş yavaş, çaktırmadan, sessizce yol aldı. Arada bir de radikal, sert çıkışlarla nabız yokladı. Ama genellikle ortalarda fazla görünmeden, dikkat çekmeden hedefine ulaşmayı denedi.
Tepkiler güçlü olursa geri adım atıyor, cılız, sessiz olursa yoluna devam ediyordu. En çok da yargı ve ordudan çekiniyordu. Çünkü o yıllarda bu kurumlar, “cumhuriyetin kurumları” olma niteliklerini koruyorlardı ve ortalarda henüz özel görevli savcılar, yargıçlar da yoktu.
Onun için AKP o sıralar öyle fazla “demokrasi, sivil toplum” gösterileri yapıp, “insan hakları savunuculuğu”na soyunmuyordu.” Çünkü yandaş yargıyı ve basını henüz oluşturamamıştı. Mehter takımı gibi yürüyordu: İki adım ileri, bir adım geri…
Ama Türk ordusu hem ABD’nin hem de siyasal İslam’ın en büyük düşmanı, korkulu rüyasıydı. Fethullah Gülen davullarla, zurnalarla, törenlerle Türkiye’ye dönüp, Humeyni gibi yönetime el koyacağı günleri sabırsızlıkla bekliyordu ama karşısına Mustafa Kemal’in Cumhuriyet ordusu çıkıyordu. Amerika ve yerli ortakları Ortadoğu’yu bir Amerikan kıtası yapmak için can atıyordu ama yüce, ulu Türk ordusu sarp dağlar gibi geçit vermiyordu. Ne yapıp edip bu engeli aşmaları gerekiyordu.
Amerikan yönetimi ve CIA ajanları, bu nedenle planlar, programlar yaptılar. Projeler geliştirdiler. Tertipler düzenlediler. Ordunun gücünü kırmak, moralini çökertmek, onu komutansız ve başsız bırakmak için BOP eşbaşkanlarını görevlendirdiler. Yandaş basını oluşturdular.
Yandaş basın durmadan darbe senaryoları ve çete adları ortaya atarak ihbarlarda bulunuyor; subay, sivil demeden tüm ulusalcıları suçluyordu..
Bunun sonucunda “Ergenekon” denilen, tuhaf bir terör örgütü çıktı ortaya. Türkiye’nin hemen hemen tüm kentlerinde üyesi bulunan ama birbirini tanımayan, her meslekten kişilerden oluşan bir çeteydi bu. Darbe yapıp hükümeti alaşağı edecekti. Hazırlanan dosyada yıllar önce emekliye ayrılan, hatta yaşamını yitirmiş komutanlar bile vardı.
Önce sivilleri tutukladılar. Ses çıkmadı kimseden. Kimse karşı koymadı. Çünkü onlar yaşamlarını sürdürüyorlardı ve kendilerine karışan, görüşen yoktu. Başkalarının sorunları onları ilgilendirmiyordu. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyorlardı.
Derken sıra emekli subaylara, ardından muvazzaflara, daha sonra da görev başında olan paşalara, ordu komutanlarına geldi. Şaşkınlık, telaş, korku diz boyuydu ve sessizlik devam ediyordu.
Gencecik teğmenler tutuklanıyordu. Ne ilgilenen ne arayan vardı. Ordu seyirci konumundaydı. Yaşlı başlı generaller günlerce sorgulanıyor, kötü koşullar ve yaşanılan stres karşısında acil servislere kaldırılıyorlardı. Dönüp bakan yoktu.
Bütün bu işler olup biterken muhalefet partileri uykudaydı. Sendikalar, dernekler uykudaydı. Parti başkanları, parti yöneticileri rahat, sakin, olan biteni meclis salonlarından yarım ağızla eleştirmekle yetiniyorlardı, o kadar. Oysa haksızlıklar, hukuksuzluklar arşa yükselmişti ve bu faşist uygulamalar karşısında yer yerinden oynamalı, tüm yurt yüzeyi direniş alanına dönmeliydi.
Duyarsızlıklar, tepkisizlikler karşısında kurbağa, egemen güçler tarafında ılık suya atıldı. Ateşin ısısı azar azar yükseltiliyor, kurbağa, ısınan suyun sıcaklığını duymuyordu bile. Haşlanıyordu ama tehlikenin farkına varamıyordu. Yavaş yavaş ölüme sürükleniyordu.
Devletin düzeni sarsılmıştı bir kez. Taşlar yerinden oynamıştı. Genelkurmay başkanları bile kapalı kapılar arkasında gizli anlaşmalar, sözleşmeler yapıyor, tertiplere karışıyordu.
Bu elverişli koşullar ve ortam karşısında ABD ve ortakları “orduyu dize getirme” konusunda iyice umutlandılar. Recep Tayyip, Obama görüşmeleri YAŞ öncesinde hızlandı. Onlara göre ordu “teslim bayrağı”nı çekmek üzereydi ve artık “son vuruşu” yapmanın zamanı gelmişti. ABD karşıtı bazı komutanların terfilerine engel olunmalı, ordu atamalarında, rütbe belirlemelerinde hükümetin de söz sahibi olduğu YAŞ üyelerinin beynine yerleştirilmeliydi.
Bu amaçla YAŞ’tan birkaç gün önce, 78’i muvazzaf olmak üzere, 102 subay hakkında “yakalama” emri çıkartıldı. YAŞ toplantıları bittikten sonra da “herkesin görevi başında bulunması nedeniyle yakalama koşulları oluşmadığından…” bu karar bozuldu. Sanki bu karar alınırken onlar görev başında değildi de yurt dışında, kaçak yaşıyorlardı. Yani, oyun içinde oyun oynanıyor, bir takım hesaplar yapılıyordu.
Daha önce de bu yolu deneyenler olmuştu. Bir zamanlar Menderes dönemimde de “Battal Gazi Ordusu”, “Omuzları kalabalıklar” gibi sözlerle ordumuz aşağılanmak istenmişti.
Mütareke yıllarında ise saray ve çevresi İngilizlerle işbirliği yapıp orduyu felç etmek için büyük çaba göstermişti.
1918 yılında Mondros Mütarekesi ile ordu lağvedilmiş, elinden tüm teçhizat ve silahları alınmıştı Türk subayları Malta’ya sürgüne gönderilmişti. Geride kalan çok az sayıda subay Mustafa Kemal’le birlikte Anadolu’ya geçip, Kurtuluş Savaşını başlatmıştı. Mustafa Kemal şunları söylüyordu o yıllarda:
“Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lâzımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder. Kuvvet ordudur.
İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için pek tabii olarak evvelâ onu ordudan mahrum etmek çarelerine başvurdular… “
Günümüzde de Mütareke Yıllarında olduğu gibi, iktidar ABD ile işbirliği yaparak, “orduyu felç etmek“ için elinden geleni ardına koymuyor. Hükümet, Türk ordusunu yendi, hizaya soktu…” gibi sözlerle kendi ordusunu yenmekle övünüyor. Var mıdır böyle bir şey? Kim söyleyebilir bu türden sözleri? Türk ordusu ne zamandan beri hükümet tarafından düşman sayılmaktadır?
Dostun da düşmanın da bilmesi gereken şudur: Tarih boyunca Türk ordusu (geçici dönemler hariç) hiçbir zaman yenilmedi. En kötü dönemlerinde bile bağrından mutlaka bir Mustafa Kemal, bir Atila Işık Paşa çıkardı ve onurumuzu kurtardı. Korudu.
Ordumuzun içine düşürüldüğü bugünkü durum da gelip geçicidir. Mutlaka gerçek gücüne, yerine, onuruna ve eskiden olduğu gibi halkın güvenine kavuşacaktır.
Şimdi buradan çok açık ve net olarak sesleniyor ve diyorum ki: Orduyu tertiplerle, hayali senaryolarla yıpratmaya, dize getirmeye, bozguna uğratmaya çalışmak kimseye iyilik getirmez.”
“Orduyla oynayanlar, ateşle oynadıklarının bir gün farkına varacaklardır… Öncekiler gibi onların da sonu hüsran olacaktır…
ALİ ERALP/ali-eralp@hotmail.com
İLK KURŞUN
28 Temmuz 2010 Çarşamba
ZAMAN DARALIYOR!... Banu AVAR

Güneydoğu ateş altındayken, Hatay ve İnegöl kaynamaya başladı. Şırnak’ta Devlet adamları sokakta yürüyemiyor! Bu ateşin yayılması uzun zamandır planlanmaktaydı…
Yazmıştım, küresel güçler, kolay kolay pes etmeyen milletleri ‘yola getirmek’ için bölgesel savaşların ateşini yakarlar.. CIA istasyon şefi Paul Henze açıkça söylemişti:
“…. temel bir düzenlemenin (federasyonlaştırmanın) yapılabilmesi için 20. yüzyılın sonunda Türkiye’nin içine sürüklendiği bunalımın daha (da) kötüleşmesi gerekecektir.’(Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında)
İşte bunalım giderek arşa tırmanıyor. Bakın işsizlikten, açlıktan yokluk ve yoksulluktan, satılan fabrikalardan bahseden kaldı mı? Gündem giderek sertleşiyor. Bu ‘iç savaş’ gündemidir. Açın Yugoslavya örneğini okuyun. Aynen böyle başlamıştır.
Perkins şablonu yazmıştı…
John Perkins’i okudunuz mu? Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları adlı kitabın yazarı.
Küresel sermayenin/çetenin Yugoslavya’da ve dünyanın birçok ülkesinde nasıl bir senaryoyla hareket ettiğini ana başlıklarıyla anlatır. İnternetteki bir söyleşisinde dünyayı ele geçirmeyi hedefleyen küresel sermayenin şablonunu şöyle özetlemişti.
İşte, Türkiye’nin 1947 sonrası tarihi.
‘Biz ekonomik tetikçiler,önce doğal kaynakları zengin , stratejik konumları önemli ülkeleri tespit ederiz. O ülkeye Dünya Bankası ya da kardeş kurumlardan bir kredi ayarlarız. Ayarlanan kredi asla o ülkenin hazinesine gitmez. O ülkede ‘proje’ yapan bizim şirketlerimizin kasasına girer.
Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar yapılır.. Bizim şirketlerimiz kazanır .. O ülkedeki birileri de nemalandırılır. . Toplum bu düzenekten hiçbir şey kazanmaz. Ama ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük bir borçtur ki ödenmesi imkansızdır. Plan böyle işler..
Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider onlara deriz ki: ‘Bize büyük borcunuz var. Ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü satın, doğal gazı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin! Askerlerinizi birliklerimize destek olmaları için savaştığımız bölgelere gönderin, Birleşmiş Milletler’de bizim için oy verin!. Elektrik, su, kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! Onları Amerikan şirketlerine ya da diğer çok uluslu şirketlere satın!
Sosyal hizmetleri, teknik sistemleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemleri ele geçiririz Bu, ikili üçlü dörtlü bir darbeler serisidir.’
İşgal Ordularına çağrı başladı!
Bir ülkenin ekonomisi tamamen ele geçirildikten sonra, tüm temel organları yavaşça ele geçirilir. Devleti devlet yapan kurumlar paramparça edilir. Siyasetine, ordusuna, polisine, yargısına, eğitim sağlık sistemlerine sızılır. Ülke felç edilir.
Eşzamanlı olarak etnik ve dini gruplar kışkırtılır. Açlığın işsizliğin kol gezdiği ülkeler, yabancı ajanlar için münbit topraklardır.
Ülkenin siyasileri Beyaz Saraya , genel kurmayı NATO’ya, ekonomisi Dünya bankasına, üniversiteleri Erasmus’a bağlanır. Medyası bağlı olunan kurumlar için çalışır!
Feodal ağalardan uyuşturucu baronları yaratılır. Milli dokular bozulur, millet içine ‘halkların özgürlüğü’ tohumlanır, ‘kendi kaderini tayin hakkı’ isteyen halklar, ne hikmetse hep petrol bölgelerinde ortalığı kasıp kavurur. Para ganidir. Destek de öyle..
Belediyeler sanki artık o ülkenin değil, Avrupa’nın Amerika’nın belediyeleridir. Küresel hükümete bağlı çalışırlar.
Arkalarında dağ gibi emperyalizm vardır.
İsrail ve ABD istihbaratı yardımcılarıdır. Terör örgütü ordularıdır. Televizyonlar taraftarlarıdır…
Ortalık kan gölüne dönünce, Beyaz Saray’a kalın iplerle bağlı siyasiler, ‘NATO gelsin!, BM Barış Gücü nerde?’ diye bağıracaklardır..
Sözüm ona muhalefet, ‘TSK, Türkiye Cumhuriyetini koruyup kollama görevinden istifa etsin!’ diye ortaya çıkacaktır.
Saygın Atatürkçü sivil toplum örgütleri, emperyalizmin Anayasası oylanırken ‘Biz tarafsızız! Ses çıkaramayız!’ buyuracaktır.
Bir PLATFORM farzdır!
Ülkede ayık, sesi çıkan, önde gelen kanaat önderleri, , komutanlar, gazeteciler içeri tıkılmıştır, susturulmuşlardır. Ordu alenen tasfiye edilmektedir. Hukuk guguk olmuştur!
Sadece kendi için değil, tüm mazlum milletler için yepyeni bir tarih yazmış olan bir millet, ordusunun bir sırtlan sürüsünün saldırısına uğradığını acıyla görüyor. En üst düzey NATO paşalarının Beyaz Saray siyasileri ile elele verişlerini izliyor.
Henze’nin dediği gibi, ‘bunalım koyulaştıkça’, sokak çatışmaları artacak, güvenlik güçleri kan kaybedecek, yapayalnız, çaresiz, işsiz aşsız bırakılmış halk galeyana gelecektir.
Tarih, içinden geçtiğimiz bugünleri Türkiye’ye yapılan emperyalist bir SİVİL DARBE olarak kaydedecektir.
Hatay’da Şırnak’da ,İnegöl’de CIA ve Mossad, plan gereği, denemeler yapıyorlar. Türkiye’nin Batı, Doğu ve Güneyinde yapılan bu iç savaş testi, ülke genelinde uygulamaya sokulmak istenecek, sonraki ilk durak Karadeniz kentleri olacaktır
Kimin Türkiye tarafında, kimin başka ülkeler tarafında olduğunun ayan beyan ortaya çıktığı, bir süreçten geçiyoruz. Milli güçler ve milli irade er ya da geç elele verecektir!
Detaylar kaybolacak, ‘can havli’ devreye girecektir.
Başka ülkelerin işgali altında yaşamak istemeyen HERKES, başta samimi dindar, solcu, Türkçü kanaat önderleri acilen bir araya gelmeli, konferanslar, kongreler, düzenlemelidir. Bunlar, parti tabelaları altında değil, her kentte bağımsız platformlarda yapılmalıdır. Ve bu faaliyet, referandum için olduğu kadar, onun çok daha ötesinde, çok daha geniş bir gelecek düşüncesiyle planlanmalıdır.
Banu Avar
banuavar@superonline.com
İLK KURŞUN
Yazmıştım, küresel güçler, kolay kolay pes etmeyen milletleri ‘yola getirmek’ için bölgesel savaşların ateşini yakarlar.. CIA istasyon şefi Paul Henze açıkça söylemişti:
“…. temel bir düzenlemenin (federasyonlaştırmanın) yapılabilmesi için 20. yüzyılın sonunda Türkiye’nin içine sürüklendiği bunalımın daha (da) kötüleşmesi gerekecektir.’(Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında)
İşte bunalım giderek arşa tırmanıyor. Bakın işsizlikten, açlıktan yokluk ve yoksulluktan, satılan fabrikalardan bahseden kaldı mı? Gündem giderek sertleşiyor. Bu ‘iç savaş’ gündemidir. Açın Yugoslavya örneğini okuyun. Aynen böyle başlamıştır.
Perkins şablonu yazmıştı…
John Perkins’i okudunuz mu? Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları adlı kitabın yazarı.
Küresel sermayenin/çetenin Yugoslavya’da ve dünyanın birçok ülkesinde nasıl bir senaryoyla hareket ettiğini ana başlıklarıyla anlatır. İnternetteki bir söyleşisinde dünyayı ele geçirmeyi hedefleyen küresel sermayenin şablonunu şöyle özetlemişti.
İşte, Türkiye’nin 1947 sonrası tarihi.
‘Biz ekonomik tetikçiler,önce doğal kaynakları zengin , stratejik konumları önemli ülkeleri tespit ederiz. O ülkeye Dünya Bankası ya da kardeş kurumlardan bir kredi ayarlarız. Ayarlanan kredi asla o ülkenin hazinesine gitmez. O ülkede ‘proje’ yapan bizim şirketlerimizin kasasına girer.
Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar yapılır.. Bizim şirketlerimiz kazanır .. O ülkedeki birileri de nemalandırılır. . Toplum bu düzenekten hiçbir şey kazanmaz. Ama ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük bir borçtur ki ödenmesi imkansızdır. Plan böyle işler..
Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider onlara deriz ki: ‘Bize büyük borcunuz var. Ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü satın, doğal gazı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin! Askerlerinizi birliklerimize destek olmaları için savaştığımız bölgelere gönderin, Birleşmiş Milletler’de bizim için oy verin!. Elektrik, su, kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! Onları Amerikan şirketlerine ya da diğer çok uluslu şirketlere satın!
Sosyal hizmetleri, teknik sistemleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemleri ele geçiririz Bu, ikili üçlü dörtlü bir darbeler serisidir.’
İşgal Ordularına çağrı başladı!
Bir ülkenin ekonomisi tamamen ele geçirildikten sonra, tüm temel organları yavaşça ele geçirilir. Devleti devlet yapan kurumlar paramparça edilir. Siyasetine, ordusuna, polisine, yargısına, eğitim sağlık sistemlerine sızılır. Ülke felç edilir.
Eşzamanlı olarak etnik ve dini gruplar kışkırtılır. Açlığın işsizliğin kol gezdiği ülkeler, yabancı ajanlar için münbit topraklardır.
Ülkenin siyasileri Beyaz Saraya , genel kurmayı NATO’ya, ekonomisi Dünya bankasına, üniversiteleri Erasmus’a bağlanır. Medyası bağlı olunan kurumlar için çalışır!
Feodal ağalardan uyuşturucu baronları yaratılır. Milli dokular bozulur, millet içine ‘halkların özgürlüğü’ tohumlanır, ‘kendi kaderini tayin hakkı’ isteyen halklar, ne hikmetse hep petrol bölgelerinde ortalığı kasıp kavurur. Para ganidir. Destek de öyle..
Belediyeler sanki artık o ülkenin değil, Avrupa’nın Amerika’nın belediyeleridir. Küresel hükümete bağlı çalışırlar.
Arkalarında dağ gibi emperyalizm vardır.
İsrail ve ABD istihbaratı yardımcılarıdır. Terör örgütü ordularıdır. Televizyonlar taraftarlarıdır…
Ortalık kan gölüne dönünce, Beyaz Saray’a kalın iplerle bağlı siyasiler, ‘NATO gelsin!, BM Barış Gücü nerde?’ diye bağıracaklardır..
Sözüm ona muhalefet, ‘TSK, Türkiye Cumhuriyetini koruyup kollama görevinden istifa etsin!’ diye ortaya çıkacaktır.
Saygın Atatürkçü sivil toplum örgütleri, emperyalizmin Anayasası oylanırken ‘Biz tarafsızız! Ses çıkaramayız!’ buyuracaktır.
Bir PLATFORM farzdır!
Ülkede ayık, sesi çıkan, önde gelen kanaat önderleri, , komutanlar, gazeteciler içeri tıkılmıştır, susturulmuşlardır. Ordu alenen tasfiye edilmektedir. Hukuk guguk olmuştur!
Sadece kendi için değil, tüm mazlum milletler için yepyeni bir tarih yazmış olan bir millet, ordusunun bir sırtlan sürüsünün saldırısına uğradığını acıyla görüyor. En üst düzey NATO paşalarının Beyaz Saray siyasileri ile elele verişlerini izliyor.
Henze’nin dediği gibi, ‘bunalım koyulaştıkça’, sokak çatışmaları artacak, güvenlik güçleri kan kaybedecek, yapayalnız, çaresiz, işsiz aşsız bırakılmış halk galeyana gelecektir.
Tarih, içinden geçtiğimiz bugünleri Türkiye’ye yapılan emperyalist bir SİVİL DARBE olarak kaydedecektir.
Hatay’da Şırnak’da ,İnegöl’de CIA ve Mossad, plan gereği, denemeler yapıyorlar. Türkiye’nin Batı, Doğu ve Güneyinde yapılan bu iç savaş testi, ülke genelinde uygulamaya sokulmak istenecek, sonraki ilk durak Karadeniz kentleri olacaktır
Kimin Türkiye tarafında, kimin başka ülkeler tarafında olduğunun ayan beyan ortaya çıktığı, bir süreçten geçiyoruz. Milli güçler ve milli irade er ya da geç elele verecektir!
Detaylar kaybolacak, ‘can havli’ devreye girecektir.
Başka ülkelerin işgali altında yaşamak istemeyen HERKES, başta samimi dindar, solcu, Türkçü kanaat önderleri acilen bir araya gelmeli, konferanslar, kongreler, düzenlemelidir. Bunlar, parti tabelaları altında değil, her kentte bağımsız platformlarda yapılmalıdır. Ve bu faaliyet, referandum için olduğu kadar, onun çok daha ötesinde, çok daha geniş bir gelecek düşüncesiyle planlanmalıdır.
Banu Avar
banuavar@superonline.com
İLK KURŞUN
14 Temmuz 2010 Çarşamba
‘KUZUM MUSTAFA! SEN DELİ MİSİN!’
‘Evet’çiler, ABD ve AB ekseninde Türkiye’yi bölecek sürece destek verecekler!
Duymuşsunuzdur, ABD büyükelçisi ve AB organları, ‘Türkiye ‘EVET’ demeli!’ reklamı yaparak şehir şehir gezmekteler!
Boykotçular, BDP ve bölücüler.. Bence referandumun gerçekten ‘boykot’ edilme ihtimaline karşı, Batıdan aldıkları ‘taktik’ gereği, bu kararla ortaya çıktılar!
‘Hayır’ diyenler, bu ülkede, ne iktidarda ne muhalefette halkın yanında bir lider olmadığını gören, ama Türkiye’nin boğazına geçirilmiş yağlı ipin, yılansı kayganlığını bedeninde hissedenler..
Herşeyin farkında olanlar, biliyorlar ki, bu referandumdan ‘Evet’ çıkarsa Türkiye’nin önüne zifiri bir dehliz daha çıkar. ‘Hayır’ çıkarsa, başbakanın işaret ettiği gibi bir ‘erken seçim’ olasılığı var.
Bir ‘erken seçim’, Türk halkına derlenip toparlanmak, dayatılanlar dışında başka seçeneklere yoğunlaşmak, kendine güvenmek, biraraya gelmek, güneydoğuda oynanan büyük oyuna ‘DUR’ demek için bir ZAMAN sunacak.
Küresel sermaye, ihtimal hesaplarını çoktan yaptı. CHP’yi, Saadet partisini –muhtemelen yakında MHP’yi– AKP’ye baston yapacak şekilde yapısal değişikliklere zorluyor. Buna rağmen, AKP ile yola devamın, mümkün olamayacağı ihtimali karşısında, koalisyon haritalarını da masaya koyuyor.
Erdoğan’ı ‘siyasi açılım’a itiyor, muhtemel ortaklarla şimdiden tokalaşma ‘tavsiyesinde bulunuyor. .
Bakalım, Türk halkı mucizevi sağduyusu ve zamanlamasıyla, tüm bu oyunların hakkından bir kez daha gelecek mi?
Ben tarihin Türk halkından yana olduğunu biliyorum… Hatırlayın, 1919’da, umutsuz, çöken bir imparatorlukta, yazar Refik Halit Karay, direnen güçlere ve Mustafa Kemal’e hitaben ne demişti:
‘Anadolu’da bir patırtı bir gürültü, kongreler, beyannameler filan..
Sanki birşey yapabilecekler…Blöf yapmanın sırası mı şimdi?
Hangi teşkilatın ne gücün var!… Bu ne hayal!!
Kuzum Mustafa sen deli misin!’
O MUSTAFA, AKLIN VE BİLİMİN IŞIĞINDA, NE ‘DELİ’ NE ‘ÇILGIN’ OLMADIĞINI, HALKIYLA İSPATLAMIŞTI!
Banu AVAR
banuavar@superonline.com
www.banuavar.com.tr
İLK KURŞUN
Duymuşsunuzdur, ABD büyükelçisi ve AB organları, ‘Türkiye ‘EVET’ demeli!’ reklamı yaparak şehir şehir gezmekteler!
Boykotçular, BDP ve bölücüler.. Bence referandumun gerçekten ‘boykot’ edilme ihtimaline karşı, Batıdan aldıkları ‘taktik’ gereği, bu kararla ortaya çıktılar!
‘Hayır’ diyenler, bu ülkede, ne iktidarda ne muhalefette halkın yanında bir lider olmadığını gören, ama Türkiye’nin boğazına geçirilmiş yağlı ipin, yılansı kayganlığını bedeninde hissedenler..
Herşeyin farkında olanlar, biliyorlar ki, bu referandumdan ‘Evet’ çıkarsa Türkiye’nin önüne zifiri bir dehliz daha çıkar. ‘Hayır’ çıkarsa, başbakanın işaret ettiği gibi bir ‘erken seçim’ olasılığı var.
Bir ‘erken seçim’, Türk halkına derlenip toparlanmak, dayatılanlar dışında başka seçeneklere yoğunlaşmak, kendine güvenmek, biraraya gelmek, güneydoğuda oynanan büyük oyuna ‘DUR’ demek için bir ZAMAN sunacak.
Küresel sermaye, ihtimal hesaplarını çoktan yaptı. CHP’yi, Saadet partisini –muhtemelen yakında MHP’yi– AKP’ye baston yapacak şekilde yapısal değişikliklere zorluyor. Buna rağmen, AKP ile yola devamın, mümkün olamayacağı ihtimali karşısında, koalisyon haritalarını da masaya koyuyor.
Erdoğan’ı ‘siyasi açılım’a itiyor, muhtemel ortaklarla şimdiden tokalaşma ‘tavsiyesinde bulunuyor. .
Bakalım, Türk halkı mucizevi sağduyusu ve zamanlamasıyla, tüm bu oyunların hakkından bir kez daha gelecek mi?
Ben tarihin Türk halkından yana olduğunu biliyorum… Hatırlayın, 1919’da, umutsuz, çöken bir imparatorlukta, yazar Refik Halit Karay, direnen güçlere ve Mustafa Kemal’e hitaben ne demişti:
‘Anadolu’da bir patırtı bir gürültü, kongreler, beyannameler filan..
Sanki birşey yapabilecekler…Blöf yapmanın sırası mı şimdi?
Hangi teşkilatın ne gücün var!… Bu ne hayal!!
Kuzum Mustafa sen deli misin!’
O MUSTAFA, AKLIN VE BİLİMİN IŞIĞINDA, NE ‘DELİ’ NE ‘ÇILGIN’ OLMADIĞINI, HALKIYLA İSPATLAMIŞTI!
Banu AVAR
banuavar@superonline.com
www.banuavar.com.tr
İLK KURŞUN
12 Temmuz 2010 Pazartesi
İKTİDARIN VALİLERİ

ABD’nin himayesi altında bulunan Fethullah Gülen’in onursal başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nca düzenlenen F-tipi Abant Platformu’nun Haziran 2010 tarihindeki “Vesayet ve Demokrasi” adlı toplantısına katılan Kırklareli Valisi Cengiz Aydoğdu, “Merkeziyetçilik Aracı Olarak İdari Vesayet” başlığıyla bir konuşma yapmıştır. Çok tartışılan bu konuşmada vali şu görüşlerini iletmiştir: “DP’nin 1950’de iktidara geldiğinde CHP’yi kapatıp, İnönü’yü de tarihteki huzurlu yere göndermemiş olması en büyük talihsizliktir. Türkiye 1920’li yıllarda hafızasını kaybetti. 1684’de kilise bir bildiri yayınlamış. Biz İngiltere’ye gittiğimizde bu bildiriyi okuduğumuzda anladık. Ama Merzifonlu Karamustafa Paşa’nın Viyana’dan merkeze gönderdiği raporu aramızda kaç kişi okuyabilir, okuyabilse kaç kişi anlayabilir?”
Vali Cengiz Aydoğdu, Artvin Valisi olduğu dönemde, 2006 yılında turizmin Müslüman-Türk kültürünü bozacağını savunmuştu. Yaptığı açıklama şöyleydi: “Allah Artvin’i turizmden korusun. Müslüman Türk kültürünün yaşandığı bir tek yaylalar kaldı. Orayı da mı turizme açalım? Şayet turizmden kazandığımızı, kaybettiklerimizle kıyaslarsak, kaybettiğimiz çok fazladır.”
Elazığ Valisi Muammer Erol, 12 Şubat 2010 tarihinde Elazığ Genç İşadamları Derneği tarafından düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmada, “Amerika Devlet Başkanı’nın karşısında bir milyon için hazır duran bir başbakan istemiyorum. Ben ‘one minute’ diyen bir başbakan istiyorum. Dünyanın, bu milletin Osmanlı döneminde yaşadığı ve yaşattığı güzellikleri bir kez daha yaşamaya ihtiyacı var. Müftü Bey toplantıda yok. Ben de ortalığı boş buldum; biraz yeşil gidiyoruz” sözleriyle siyasi içerikli bir konuşma yapmıştı.
7 Ağustos 2009 tarihinde Ordu ilindeki camilerin tuvaletlerindeki pisuvarların, ‘hijyen ve dinen’ uygun olmadığı öne sürülerek, Ordu Valisi Ali Kaban tarafından kaldırılması için emir verildi. Ordu Valisi Ali Kaban pisuvarlar için: “Bu bizim itikadımıza ters” yorumunda bulunmuştu. 2 Ağustos 2009 tarihinde yaptığı bir konuşmada çağdaş uygarlıktan, ‘saçma’ diye söz eden Ordu Valisi Ali Kaban, 2005 ile 2007 yılları arasında Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olan Abdullah Gül’ün ulusal güvenlik danışmanı olarak görev yapmıştı.
F-tipi Abant Platformu’nun, Haziran 2009 tarihindeki “Demokratikleşme: 12 Eylül’den AB’ye Siyasi Partiler” konulu toplantısında açılış konuşmasını yapan Bolu Valisi Halil İbrahim Akpınar askerler için; “halkın iradesine karşı plan yapmaktan ne usanıyorlar ne de utanıyorlar.” derken hükümetten hiçbir kişi tepki vermemişti.
29 Mart 2009 yerel seçimleri öncesinde Tunceli ve ilçelerinde elektrik ve su olmayan yerleşim yerlerine, iktidar partisince buzdolabı, çamaşır makinesi gibi beyaz eşyalar ve mobilyalar dağıtılmıştır. Yüksek Seçim Kurulu’nun, bu yapılanların seçmen oylarını etkilemeye yönelik ve anayasadaki seçimlerin eşitlik ilkesine aykırı olduğunu belirtmesine karşın, dağıtım işlerini bizzat kendisi yapan Tunceli Valisi Mustafa Yaman için, başbakan övgüler düzmüştür. Vali Mustafa Yaman, seçimin düzenine ve dürüstlüğüne ilişkin YSK kararlarını uygulamakta duyarsızlık göstermekten, Yargıtay tarafından 7 ay 15 gün hapis ile memuriyetten men cezasına çarptırılmış ancak cezası ertelenmiştir. Ayrıca 5 milyon TL değerindeki beyaz eşya ihalesinde usulsüzlük yapıldığı iddiasıyla, Vali Yaman’ın yargılanmasına devam edilmektedir. Vali Yaman, şimdi Giresun Valisi olarak görev yapmaktadır.
24 Aralık 2007 tarihinde yaptığı konuşmada başbakan, valilerin ve kaymakamların kamyonun şoför mahalline oturarak kömür dağıtmasını ve bu dağıtımın sonucunda da Türkiye’nin uçacağını söylemişti. Vali ve kaymakamlar bulundukları yerlerin mülki amiridirler, devletin temsilcisidirler. Görevleri arasında kapı kapı dolaşarak kömür dağıtmak yoktur. Ancak İktidar partisi ülkeyi ele geçirmek için, her türlü yola başvurmaktadır. Elazığ Valisi Muammer Muşmal da, başbakanını dinleyerek, gereğini yerine getirmiştir.
Yukarıda sıralanan bu örnekler basına yansıyanlardır. Bunun gibi daha nice örnek olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Son sekiz yıldır AKP iktidarıyla birlikte, bu zamana kadar görmediğimiz, alışmadığımız ve yaşamadığımız şaşırtıcı bir çok olayın tanığı oluyoruz. AKP iktidarı dönemindeki kadar, toplumun birçok değer yargısının deforme olduğu ve alt üst edildiği bir dönem yaşanmadı. Cumhuriyet rejiminin geleceğini tehlikeye sokarak, ülkemizin İslam devletine dönüşmesi için, açık açık eylemlerde bulunulmaktadır..
AKP iktidarı, valileri, kaymakamları ve devletin diğer bürokratik kadrolarını siyasallaştırmaktadır. Bu siyasallaşma sonucunda, devlet sorumluluğuyla ve ciddiyetiyle bağdaşmayan kadrolardan yanlış demeç duymak ve yanlış uygulama görmek şaşırtıcı gelmemektedir. Böyleleri hakkında göstermelik olarak soruşturma açılmaktadır ancak ciddi anlamda hesap sorulmamaktadır.
Vali, bulunduğu kentte devlet adamı niteliğinde, tarafsız, saygın bir kişiliği temsil etmek zorundadır. Bir vali haddini aşan sözler söylüyorsa ve uygulamalarda bulunuyorsa, o vali açık açık iktidarın valisi olur ve artık devletin valisi sayılamaz..
Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, kendi ülkesinin ordusuna düşmandır, yargısının verdiği kararlara tepkilidir, hangi koşulda olursa olsun her istediğini yapmak için uğraşmaktadır. Hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmakta ve siyasi iktidara karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturmaktadır. Bu şartlar bir sivil darbe oluşumudur. Bu sivil darbeden kurtulmak için öncelikle halk oylamasında verilecek hayır oyları çok önemlidir. Ardından yapılacak bir seçimle, ortaçağ karanlığından kurtulup, aydınlık günlere doğru yol alınacaktır…
SUAY KARAMAN, İLK KURŞUN GAZETESİ
Vali Cengiz Aydoğdu, Artvin Valisi olduğu dönemde, 2006 yılında turizmin Müslüman-Türk kültürünü bozacağını savunmuştu. Yaptığı açıklama şöyleydi: “Allah Artvin’i turizmden korusun. Müslüman Türk kültürünün yaşandığı bir tek yaylalar kaldı. Orayı da mı turizme açalım? Şayet turizmden kazandığımızı, kaybettiklerimizle kıyaslarsak, kaybettiğimiz çok fazladır.”
Elazığ Valisi Muammer Erol, 12 Şubat 2010 tarihinde Elazığ Genç İşadamları Derneği tarafından düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmada, “Amerika Devlet Başkanı’nın karşısında bir milyon için hazır duran bir başbakan istemiyorum. Ben ‘one minute’ diyen bir başbakan istiyorum. Dünyanın, bu milletin Osmanlı döneminde yaşadığı ve yaşattığı güzellikleri bir kez daha yaşamaya ihtiyacı var. Müftü Bey toplantıda yok. Ben de ortalığı boş buldum; biraz yeşil gidiyoruz” sözleriyle siyasi içerikli bir konuşma yapmıştı.
7 Ağustos 2009 tarihinde Ordu ilindeki camilerin tuvaletlerindeki pisuvarların, ‘hijyen ve dinen’ uygun olmadığı öne sürülerek, Ordu Valisi Ali Kaban tarafından kaldırılması için emir verildi. Ordu Valisi Ali Kaban pisuvarlar için: “Bu bizim itikadımıza ters” yorumunda bulunmuştu. 2 Ağustos 2009 tarihinde yaptığı bir konuşmada çağdaş uygarlıktan, ‘saçma’ diye söz eden Ordu Valisi Ali Kaban, 2005 ile 2007 yılları arasında Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olan Abdullah Gül’ün ulusal güvenlik danışmanı olarak görev yapmıştı.
F-tipi Abant Platformu’nun, Haziran 2009 tarihindeki “Demokratikleşme: 12 Eylül’den AB’ye Siyasi Partiler” konulu toplantısında açılış konuşmasını yapan Bolu Valisi Halil İbrahim Akpınar askerler için; “halkın iradesine karşı plan yapmaktan ne usanıyorlar ne de utanıyorlar.” derken hükümetten hiçbir kişi tepki vermemişti.
29 Mart 2009 yerel seçimleri öncesinde Tunceli ve ilçelerinde elektrik ve su olmayan yerleşim yerlerine, iktidar partisince buzdolabı, çamaşır makinesi gibi beyaz eşyalar ve mobilyalar dağıtılmıştır. Yüksek Seçim Kurulu’nun, bu yapılanların seçmen oylarını etkilemeye yönelik ve anayasadaki seçimlerin eşitlik ilkesine aykırı olduğunu belirtmesine karşın, dağıtım işlerini bizzat kendisi yapan Tunceli Valisi Mustafa Yaman için, başbakan övgüler düzmüştür. Vali Mustafa Yaman, seçimin düzenine ve dürüstlüğüne ilişkin YSK kararlarını uygulamakta duyarsızlık göstermekten, Yargıtay tarafından 7 ay 15 gün hapis ile memuriyetten men cezasına çarptırılmış ancak cezası ertelenmiştir. Ayrıca 5 milyon TL değerindeki beyaz eşya ihalesinde usulsüzlük yapıldığı iddiasıyla, Vali Yaman’ın yargılanmasına devam edilmektedir. Vali Yaman, şimdi Giresun Valisi olarak görev yapmaktadır.
24 Aralık 2007 tarihinde yaptığı konuşmada başbakan, valilerin ve kaymakamların kamyonun şoför mahalline oturarak kömür dağıtmasını ve bu dağıtımın sonucunda da Türkiye’nin uçacağını söylemişti. Vali ve kaymakamlar bulundukları yerlerin mülki amiridirler, devletin temsilcisidirler. Görevleri arasında kapı kapı dolaşarak kömür dağıtmak yoktur. Ancak İktidar partisi ülkeyi ele geçirmek için, her türlü yola başvurmaktadır. Elazığ Valisi Muammer Muşmal da, başbakanını dinleyerek, gereğini yerine getirmiştir.
Yukarıda sıralanan bu örnekler basına yansıyanlardır. Bunun gibi daha nice örnek olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Son sekiz yıldır AKP iktidarıyla birlikte, bu zamana kadar görmediğimiz, alışmadığımız ve yaşamadığımız şaşırtıcı bir çok olayın tanığı oluyoruz. AKP iktidarı dönemindeki kadar, toplumun birçok değer yargısının deforme olduğu ve alt üst edildiği bir dönem yaşanmadı. Cumhuriyet rejiminin geleceğini tehlikeye sokarak, ülkemizin İslam devletine dönüşmesi için, açık açık eylemlerde bulunulmaktadır..
AKP iktidarı, valileri, kaymakamları ve devletin diğer bürokratik kadrolarını siyasallaştırmaktadır. Bu siyasallaşma sonucunda, devlet sorumluluğuyla ve ciddiyetiyle bağdaşmayan kadrolardan yanlış demeç duymak ve yanlış uygulama görmek şaşırtıcı gelmemektedir. Böyleleri hakkında göstermelik olarak soruşturma açılmaktadır ancak ciddi anlamda hesap sorulmamaktadır.
Vali, bulunduğu kentte devlet adamı niteliğinde, tarafsız, saygın bir kişiliği temsil etmek zorundadır. Bir vali haddini aşan sözler söylüyorsa ve uygulamalarda bulunuyorsa, o vali açık açık iktidarın valisi olur ve artık devletin valisi sayılamaz..
Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, kendi ülkesinin ordusuna düşmandır, yargısının verdiği kararlara tepkilidir, hangi koşulda olursa olsun her istediğini yapmak için uğraşmaktadır. Hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmakta ve siyasi iktidara karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturmaktadır. Bu şartlar bir sivil darbe oluşumudur. Bu sivil darbeden kurtulmak için öncelikle halk oylamasında verilecek hayır oyları çok önemlidir. Ardından yapılacak bir seçimle, ortaçağ karanlığından kurtulup, aydınlık günlere doğru yol alınacaktır…
SUAY KARAMAN, İLK KURŞUN GAZETESİ
7 Temmuz 2010 Çarşamba
ÇOCUKLARIMIZ VE UÇKURLU ÇÖZÜMLER.....
Terör can almaya devam ediyor
Gencecik subaylarımız, astsubaylarımız, Mehmetçiklerimiz hayata doyamadan göçüp gidiyorlar.
Ulusça kahroluyoruz.
Analar, babalar, eşler, yavrular, sevgililer ağlıyor.
Yurdunu, ulusunu seven Türk insanı, onca acısını içine atıp “VATAN SAĞOLSUN” demekten geri kalmıyor.
Böyle bir ulusu kim dize getirebilir?
Kendini yurduna adamış subay-astsubaylar ile her yıl dört kez genç arslan parçaları ile tazelenen bu
kahramanlar ordusunu kim vatan savunmasından caydırabilir.
Böyle bir ordu ve ulusu yönettiğinin ayırdında olmayan siyasi iradeye karşın ordu -millet el ele namus mücadelesini devam ettiriyor.
Çok seyrek de olsa, “Millet TSK ‘lerine evladını teslim ediyor, TSK bu gençlerin hayatını koruyamıyor” şeklinde yakınmalar duyuyorum. Bu söz üzerinde durulması gerektiği düşüncesindeyim.
Bu söz iyi niyetle söylendiği gibi art niyetlilerce de kullanılmaktadır.
Aileler evlatlarını yetiştirir. Belirli bir yaşa gelince de askerlik hak ve ödevini yerine getirmek üzere askere yollarlar.
TSK ‘ne katılan her Türk genci, ordunun bir parçasıdır.
TSK onlardan soyutlanmış bir yapı değildir.
O hak ve ödevin temelinde, vatan için öldürmek ve gerektiğinde ölmek vardır.
TSK silah altına alınan ve asker olan gençleri korumak için değil vatan ve ulusu korumak için vardır.
O koruma görevini yapacakların bir ve büyük bölümünü de işte o genç evlatlarımız oluşturmaktadır.
Onlar , silahlı eğitimi aldıktan sonra korunacak değil koruyacaklar saflarına geçmektedir.
Elbette, hiç bir gencin kılına zarar gelmesini kimse istemez. Özellikle de onların en yakını olan komutanları.
Komutan için; her genç, öz evlat, canından bir parçadır.
Öz ana -baba kadar olmasa da hem ana hem babadır komutan.
“Evlatlarımızı korumuyor” dendiğinde, “Evladını korumuyor” denmektedir, komutana.
Doğru olur mu? Kabul edilebilir mi?
Diğer yanıltıcı bir söylem de hiç eğitim almadan veya yetersiz eğitimle gençlerin ateş hattına sürüldüğüdür.
Her genç mutlaka temel eğitim almaktadır.
Terörle mücadelede görev alacak geçlere, seçilmiş eğitim merkezlerinde özel eğitim verilmektedir.
Terör bölgesine gittiklerinde de bölgenin ve birliğin özelliğine göre en az bir ay olmak üzere ilave oryantasyon eğitimi verilmektedir.
Bütün bunların yüzde yüz yeterli olduğunu söylemeyiz..
Şurası da unutulmamalı ki, ne kadar eğitim verirseniz azdır. Eğitim hayat boyunca devam edecektir. Her operasyon, her çatışma, yaşanan her olay da eğitimdir.
Teröristlerin bir kısmı 5-10 yıllık deneyime ulaşmışken, bizim askerimiz en deneyimli haline geldiğinde 1.5 yıllıktır.
Bu farkın yarattığı olumsuzluğu gidermek için de komando ve uzman personel artışına gidilmiştir ve artırıma devam edilmektedir.
Biz ulusça terörün olumsuzlukları ile cebelleşirken bazı aklı-evvel muhteremler de dahiyane (!) çözümler atmakta ortaya.
Rize Belediye Başkanı da öyle.
Çözümü uçkurda bulanlardan.
Her batılı erkek doğudan bir kadını kuma olarak getirirse, hısımlığımız artacak, husumet azalacak ve 30 yıl sonunda terör bitecek.
Dünyaya uçkurunun ucundan bakan bu insanlardan ne beklenir?
Her şeyi, her olayı; erkeğin kadına egemenliğine, kadının mal olarak kullanılmasına yontan bu gerici-feodal düşünce yapısının çözümü başka ne olabilir ki?
Meclis eski başkanı Arınç ne demişti?
“Bizimkiler kadına ve paraya düşkündür”
Kim onlarınkiler?
Din eksenli siyasetin mimarları ve işçileri.
Başka neye düşkün olacaklar ki? Geriye ne kalıyor?
Erkeğe düşkün sapkınlar da var içlerinde ama dillendiremezler.
Başbakan da ikide bir” EN AZ ÜÇ ÇOCUK YAPIN!” demiyor mu?
Geleceğimizin güvencesinin çok çocuk yapmaktan geçtiğini vurgulamıyor mu, ikide bir?
Balık baştan kokar ya. Geçenlerde katıldığım bir düğünde nikah şahitliği yapan Milli Savunma Bakanı Gönül de, “NİCE NİCE ÇOCUKLAR YETİŞTİRİN ÜLKEYE” diyerek aynı kervanın yolcusu olduğunu gösterdi. Neyse ki bakan “yetiştirmek” fiilini kullanarak diğerlerinden bir adım ilerde olduğunu hissettirdi.
Onlara göre, çocuk yetiştirmek sorun değildir çünkü. Çocuğu da rızkını da Allah verir nasıl olsa. Sen çocuğu yap, gerisi kolay. Remzi amcası olur yurt dışında bile okutur. Harçlığa sıkıştı mı bir telefon yeter. Tatile gitti mi Rixsos’larda kalır. Belediyeden, partiden amcaları ile ortak şirketler kurarlar. Gerekirse özel yasalarla teşvikler alırlar.
Bu densiz belediye başkanına doğulu insanlardan önce tüm kadınlarımızın tepki göstermesi gerekmez mi?
Nerde ” türban özgürlüktür” diye yırtınan, üniversite önlerinde kamp kuranlar?
Kadın hakları ve özgürlükten yana olanlar ikinci sınıf olmaya, alınıp-satılan mal olmaya neden tepki göstermezler?
Yoksa, kadınlarımız da her çözümün uçkurdan geçtiğine mi inanıyorlar ?
Eminim ki, aydın Türk kadını bu zihniyeti köreltecektir.
Aydın Türk anasının yetiştirdiği nesiller, Türkiye’yi bu karanlık düşüncelerden arındıracaktır.Her insan sadece insan olduğunu, önce insan olduğunu duyumsayarak yaşayacaktır.
Türk kadını da Türk erkeği de onurlu insanlar olarak yaşamaya layıktır.
Naci BEŞTEPE
Gencecik subaylarımız, astsubaylarımız, Mehmetçiklerimiz hayata doyamadan göçüp gidiyorlar.
Ulusça kahroluyoruz.
Analar, babalar, eşler, yavrular, sevgililer ağlıyor.
Yurdunu, ulusunu seven Türk insanı, onca acısını içine atıp “VATAN SAĞOLSUN” demekten geri kalmıyor.
Böyle bir ulusu kim dize getirebilir?
Kendini yurduna adamış subay-astsubaylar ile her yıl dört kez genç arslan parçaları ile tazelenen bu
kahramanlar ordusunu kim vatan savunmasından caydırabilir.
Böyle bir ordu ve ulusu yönettiğinin ayırdında olmayan siyasi iradeye karşın ordu -millet el ele namus mücadelesini devam ettiriyor.
Çok seyrek de olsa, “Millet TSK ‘lerine evladını teslim ediyor, TSK bu gençlerin hayatını koruyamıyor” şeklinde yakınmalar duyuyorum. Bu söz üzerinde durulması gerektiği düşüncesindeyim.
Bu söz iyi niyetle söylendiği gibi art niyetlilerce de kullanılmaktadır.
Aileler evlatlarını yetiştirir. Belirli bir yaşa gelince de askerlik hak ve ödevini yerine getirmek üzere askere yollarlar.
TSK ‘ne katılan her Türk genci, ordunun bir parçasıdır.
TSK onlardan soyutlanmış bir yapı değildir.
O hak ve ödevin temelinde, vatan için öldürmek ve gerektiğinde ölmek vardır.
TSK silah altına alınan ve asker olan gençleri korumak için değil vatan ve ulusu korumak için vardır.
O koruma görevini yapacakların bir ve büyük bölümünü de işte o genç evlatlarımız oluşturmaktadır.
Onlar , silahlı eğitimi aldıktan sonra korunacak değil koruyacaklar saflarına geçmektedir.
Elbette, hiç bir gencin kılına zarar gelmesini kimse istemez. Özellikle de onların en yakını olan komutanları.
Komutan için; her genç, öz evlat, canından bir parçadır.
Öz ana -baba kadar olmasa da hem ana hem babadır komutan.
“Evlatlarımızı korumuyor” dendiğinde, “Evladını korumuyor” denmektedir, komutana.
Doğru olur mu? Kabul edilebilir mi?
Diğer yanıltıcı bir söylem de hiç eğitim almadan veya yetersiz eğitimle gençlerin ateş hattına sürüldüğüdür.
Her genç mutlaka temel eğitim almaktadır.
Terörle mücadelede görev alacak geçlere, seçilmiş eğitim merkezlerinde özel eğitim verilmektedir.
Terör bölgesine gittiklerinde de bölgenin ve birliğin özelliğine göre en az bir ay olmak üzere ilave oryantasyon eğitimi verilmektedir.
Bütün bunların yüzde yüz yeterli olduğunu söylemeyiz..
Şurası da unutulmamalı ki, ne kadar eğitim verirseniz azdır. Eğitim hayat boyunca devam edecektir. Her operasyon, her çatışma, yaşanan her olay da eğitimdir.
Teröristlerin bir kısmı 5-10 yıllık deneyime ulaşmışken, bizim askerimiz en deneyimli haline geldiğinde 1.5 yıllıktır.
Bu farkın yarattığı olumsuzluğu gidermek için de komando ve uzman personel artışına gidilmiştir ve artırıma devam edilmektedir.
Biz ulusça terörün olumsuzlukları ile cebelleşirken bazı aklı-evvel muhteremler de dahiyane (!) çözümler atmakta ortaya.
Rize Belediye Başkanı da öyle.
Çözümü uçkurda bulanlardan.
Her batılı erkek doğudan bir kadını kuma olarak getirirse, hısımlığımız artacak, husumet azalacak ve 30 yıl sonunda terör bitecek.
Dünyaya uçkurunun ucundan bakan bu insanlardan ne beklenir?
Her şeyi, her olayı; erkeğin kadına egemenliğine, kadının mal olarak kullanılmasına yontan bu gerici-feodal düşünce yapısının çözümü başka ne olabilir ki?
Meclis eski başkanı Arınç ne demişti?
“Bizimkiler kadına ve paraya düşkündür”
Kim onlarınkiler?
Din eksenli siyasetin mimarları ve işçileri.
Başka neye düşkün olacaklar ki? Geriye ne kalıyor?
Erkeğe düşkün sapkınlar da var içlerinde ama dillendiremezler.
Başbakan da ikide bir” EN AZ ÜÇ ÇOCUK YAPIN!” demiyor mu?
Geleceğimizin güvencesinin çok çocuk yapmaktan geçtiğini vurgulamıyor mu, ikide bir?
Balık baştan kokar ya. Geçenlerde katıldığım bir düğünde nikah şahitliği yapan Milli Savunma Bakanı Gönül de, “NİCE NİCE ÇOCUKLAR YETİŞTİRİN ÜLKEYE” diyerek aynı kervanın yolcusu olduğunu gösterdi. Neyse ki bakan “yetiştirmek” fiilini kullanarak diğerlerinden bir adım ilerde olduğunu hissettirdi.
Onlara göre, çocuk yetiştirmek sorun değildir çünkü. Çocuğu da rızkını da Allah verir nasıl olsa. Sen çocuğu yap, gerisi kolay. Remzi amcası olur yurt dışında bile okutur. Harçlığa sıkıştı mı bir telefon yeter. Tatile gitti mi Rixsos’larda kalır. Belediyeden, partiden amcaları ile ortak şirketler kurarlar. Gerekirse özel yasalarla teşvikler alırlar.
Bu densiz belediye başkanına doğulu insanlardan önce tüm kadınlarımızın tepki göstermesi gerekmez mi?
Nerde ” türban özgürlüktür” diye yırtınan, üniversite önlerinde kamp kuranlar?
Kadın hakları ve özgürlükten yana olanlar ikinci sınıf olmaya, alınıp-satılan mal olmaya neden tepki göstermezler?
Yoksa, kadınlarımız da her çözümün uçkurdan geçtiğine mi inanıyorlar ?
Eminim ki, aydın Türk kadını bu zihniyeti köreltecektir.
Aydın Türk anasının yetiştirdiği nesiller, Türkiye’yi bu karanlık düşüncelerden arındıracaktır.Her insan sadece insan olduğunu, önce insan olduğunu duyumsayarak yaşayacaktır.
Türk kadını da Türk erkeği de onurlu insanlar olarak yaşamaya layıktır.
Naci BEŞTEPE
6 Haziran 2010 Pazar
KADINLAR........
20 yaşında kadın piyano gibidir. Her tuşu ayrı bir ses verir.
- 25 yaşında kadın keman gibidir. Her telinde inleyen nağmeler vardır.
- 30 yaşında kadın kanun gibidir. Nereden çalınacağı iyi bilinir.
- 35 yaşında kadın ut gibidir. Her teli tek tek gerilir.
- 40 yaşında kadın bateri gibidir. Çalınabilmesi için büyük enerji gerektirir.
- 45 yaşında kadın elektro gitar gibidir. Kısa devre yaparsa konser yatar.
- 50 yaşında kadın yaylı tambur gibidir. Çalabilmek için şekilden şekile girmek gerekir.
- 55 yaşında kadın senfonide bir düdük gibidir. Ötse bile duyulmaz.
- 65 yaşında kadın kontrbas gibidir. Artık ne yapsanız akort tutmaz.
(Teşekkürler Didem DEMİRKOL)
- 25 yaşında kadın keman gibidir. Her telinde inleyen nağmeler vardır.
- 30 yaşında kadın kanun gibidir. Nereden çalınacağı iyi bilinir.
- 35 yaşında kadın ut gibidir. Her teli tek tek gerilir.
- 40 yaşında kadın bateri gibidir. Çalınabilmesi için büyük enerji gerektirir.
- 45 yaşında kadın elektro gitar gibidir. Kısa devre yaparsa konser yatar.
- 50 yaşında kadın yaylı tambur gibidir. Çalabilmek için şekilden şekile girmek gerekir.
- 55 yaşında kadın senfonide bir düdük gibidir. Ötse bile duyulmaz.
- 65 yaşında kadın kontrbas gibidir. Artık ne yapsanız akort tutmaz.
(Teşekkürler Didem DEMİRKOL)
1 Haziran 2010 Salı
İsrail vahşeti ve AKP"nin Arap milliyetçiliği...Sabahattin ÖNKİBAR
İsrail’in yardım filosuna yaptığı baskın, tartışmasız olarak korsanlık ve hatta terördür.
Savunmasız insanlara uluslararası sularda ölüm kusmanın adı ancak vahşet olabilir!
Buradan hareketle Tel Aviv’in yaptığını şiddetle kınadığımızı belirtmek istiyoruz.
Ancak...
İsrail’in yaptığı çılgınlığa paralel olarak İHH gibi yardım kuruluşlarının son günlerde sergiledikleri tavır ve tutumlar da masum görüntüler değildi.
Öyle, çünkü yardım götürülme hadisesi bu kuruluşlar tarafından siyasileştirilmiş ve olay adeta İsrail’e posta koymaya
dönüştürülmüştür.
Naklen yayınlar eşliğinde, meydan okumalarla yapılan yardım girişimini hiç birimiz masum teşebbüs olarak
göremeyiz.
Buradan hareketle İsrail’in yaptığı alçaklıkta, yardım götürenlerin de kışkırtma anlamında belli bir sorumluluğu söz konusudur!
Peki bundan sonra ne mi olur?
Türkiye ile İsrail arasında zaten gergin olan ilişkiler çok daha gerilir.
Recep Bey hemen bu işin istismarına soyunur ve Tel Aviv’e atıp tutarak olayı oya tahvil etmeye çalışır.
Bundan başka bir şey de olmaz!
BM ve diğer uluslararası platformlardan gürültünün ötesinde bir sonuç
çıkmaz!
Yani kısacası İsrail yaptığı ile kalır.
Saldırı sadece ve sadece Ankara ile Tel Aviv’in fiili olarak kopuşuna katkı yapacaktır.
Aslına bakarsanız, İsrail’in yaptığı AKP’nin yönettiği Türkiye’ye açık bir saldırıdır, zira saldırıya uğrayan gemi Türkiye’ye aittir.
İsrail bu şekilde kendince ‘One Munite’in intikamını almış oldu.
Dahası, Ankara’nın Tahran ve Arap Dünyasına yakınlaşmasına tepki koydu!
Yukarıda da söyledik İsrail’in bu yaptığı alçaklık ve ötesidir, ancak üzülerek söylemeliyiz ki Türkiye’yi bu noktaya getiren, AKP iktidarının yanlış yönetimidir.
Herkes tanıktır ki Türkiye’de bir süredir gizli bir Arap milliyetçiliği tedavüldedir.
İslamcılık geleneğinden gelen AKP kadroları, her ne kadar değiştik deseler de bilinç altlarında var olan Arapçılığı belli ki atamamışlar ve Türkiye’yi Mısır’ın bile radikal gördüğü Hamas’ın peşine takarak, akıl almaz biçimde bir girdaba sürüklemişlerdir.
Açık ve net olarak görülüyor ki Türkiye dış politikasında bugün sadece eksen değil, aleni bir zihniyet kayması söz konusudur.
AKP ve Recep Bey, Erbakan Hoca’nın D-8 ütopyasına tepeden değil, aşağıdan dalış yapıyor.
Bakın buraya not düşüyorum; bu işin AKP’ye büyük bir faturası olacaktır!
Nereden mi biliyorum?
Tayyip Erdoğan’ın gözü kulağı olan danışmanı Cüneyt Zapsu’dan!
Zapsu’nun ABD’deki Musevi lobilerine yaptığı şu yakarışı hatırlayın lütfen:
- “Ne olur Tayyip Bey’i deliğe süpürmeyin, kullanın.”
Sahi şimdi böyle bir tabloda Cüneyt Bey’in yakarma gereğini duyduğu o Musevi lobileri artık Tayyip pardon Recep Bey’i deliğe süpürür mü süpürmez mi?
Sakın onlar kim oluyor da deliğe süpürüyor demeyin, Zapsu yalvardığına ve Recep Bey de o yakarışa itiraz etmediğine göre, belli ki adamlar o noktada etkili.
Tayyip Recep Bey, Kemal Kılıçdaroğlu için manşetle gelen manşetle gider demişti ya ben de şimdi Abraham Foxmanların icazeti ile gelenler, İsrail’le gider dersem acaba abartmış mı olurum?
Filistin için ağıt yakanlar, şehitlerimiz için niye susuyor?
Tamam İsrail’in yaptığı terör!
Peki PKK’nın yaptığı terör değil mi?
Önceki gece İskenderun’da 6 askerimiz daha şehit edildi.
Soruyorum; vatan görevi yapan gencecik fidanlara, nöbet değişimi esnasında pusu kurup ölüm kusanların yaptığı terör değil midir?
Öyle ise dün İsrail saldırısı için meydan organizasyonları yapan o sözde İslamcı örgütler, bir kez olsun PKK alçaklığı için neden aynı şeyi yapmazlar?
Bu grupların PKK’yı tel’in için bir miting ya da etkinlik yaptığını hiç duyanınız, göreniniz oldu mu?
Lafı dolandırmadan söyleyeceğim, bu sözde dinci güruh için Gazze’de ölen bir Hamasçı, PKK’nın şehit ettiği Mehmetçikten bin kere mukaddes ve
makbûldür.
Öyle çünkü, Hamas güya Allah yolunun mücahidi, Mehmetçik ise kafir(!) devletin askeri!
Abartıyorsun diyenlere tekrar tekrar soruyorum; Gazze için yardımlar toplayıp Filistin’e koşanlar, bir kez olsun bu vatan için PKK kurşunu ile toprağa düşenlerin geride bıraktıklarına böyle bir kampanyayı hiç düzenlediler mi?
Ne yani Filistinliler muhtaç da yetimlerimiz muhtaç değil mi?
Hem o Filistinliler değil midir, Birinci Cihan savaşında Lavrenslerle işbirliği yapıp Osmanlı’yı sırtından bıçaklayan!
Hiç unutmuyorum, yıllar önce Demirel’in Cumhurbaşkanlığı döneminde Kudüs’e gittiğimizde münevver, yaşlı bir Arap aynen şu sözleri etmişti:
- “Biz bugün, Osmanlı’ya yaptığımız ihanetin bedelini ödüyoruz.”
Evet Filistinli Arap bile ulusunun ihanetini kabul ederken, bizim Arapçılarımız onları kutsamak için yarışıyorlar.
İslamcı güruh böyle de AKP farklı mı sanki?
Son bir haftadır onlarca şehit verilirken hükümet kanadından tık yok!
Keza Başbakan’ın yanı sıra Cumhurbaşkanı da tınmıyor ve şehadetlere adeta trafik kazası muamelesi yapıyor!
Yahu bu çocuklar bu ülke için ölmüyor mu, öyle ise bu kayıtsızlık ve umursamazlık neden?
Tablo ortadadır; 2002’de sıfır noktasında olan terör, bugün artık askeri birliği basma noktasındadır. Recep Bey hâlâ açılım mugalatalarını yaparken, devletin başını temsil eden zat-ı şahane de Kürt meselesinde güzel şeyler olacak beklentisini dillendiriyor
Savunmasız insanlara uluslararası sularda ölüm kusmanın adı ancak vahşet olabilir!
Buradan hareketle Tel Aviv’in yaptığını şiddetle kınadığımızı belirtmek istiyoruz.
Ancak...
İsrail’in yaptığı çılgınlığa paralel olarak İHH gibi yardım kuruluşlarının son günlerde sergiledikleri tavır ve tutumlar da masum görüntüler değildi.
Öyle, çünkü yardım götürülme hadisesi bu kuruluşlar tarafından siyasileştirilmiş ve olay adeta İsrail’e posta koymaya
dönüştürülmüştür.
Naklen yayınlar eşliğinde, meydan okumalarla yapılan yardım girişimini hiç birimiz masum teşebbüs olarak
göremeyiz.
Buradan hareketle İsrail’in yaptığı alçaklıkta, yardım götürenlerin de kışkırtma anlamında belli bir sorumluluğu söz konusudur!
Peki bundan sonra ne mi olur?
Türkiye ile İsrail arasında zaten gergin olan ilişkiler çok daha gerilir.
Recep Bey hemen bu işin istismarına soyunur ve Tel Aviv’e atıp tutarak olayı oya tahvil etmeye çalışır.
Bundan başka bir şey de olmaz!
BM ve diğer uluslararası platformlardan gürültünün ötesinde bir sonuç
çıkmaz!
Yani kısacası İsrail yaptığı ile kalır.
Saldırı sadece ve sadece Ankara ile Tel Aviv’in fiili olarak kopuşuna katkı yapacaktır.
Aslına bakarsanız, İsrail’in yaptığı AKP’nin yönettiği Türkiye’ye açık bir saldırıdır, zira saldırıya uğrayan gemi Türkiye’ye aittir.
İsrail bu şekilde kendince ‘One Munite’in intikamını almış oldu.
Dahası, Ankara’nın Tahran ve Arap Dünyasına yakınlaşmasına tepki koydu!
Yukarıda da söyledik İsrail’in bu yaptığı alçaklık ve ötesidir, ancak üzülerek söylemeliyiz ki Türkiye’yi bu noktaya getiren, AKP iktidarının yanlış yönetimidir.
Herkes tanıktır ki Türkiye’de bir süredir gizli bir Arap milliyetçiliği tedavüldedir.
İslamcılık geleneğinden gelen AKP kadroları, her ne kadar değiştik deseler de bilinç altlarında var olan Arapçılığı belli ki atamamışlar ve Türkiye’yi Mısır’ın bile radikal gördüğü Hamas’ın peşine takarak, akıl almaz biçimde bir girdaba sürüklemişlerdir.
Açık ve net olarak görülüyor ki Türkiye dış politikasında bugün sadece eksen değil, aleni bir zihniyet kayması söz konusudur.
AKP ve Recep Bey, Erbakan Hoca’nın D-8 ütopyasına tepeden değil, aşağıdan dalış yapıyor.
Bakın buraya not düşüyorum; bu işin AKP’ye büyük bir faturası olacaktır!
Nereden mi biliyorum?
Tayyip Erdoğan’ın gözü kulağı olan danışmanı Cüneyt Zapsu’dan!
Zapsu’nun ABD’deki Musevi lobilerine yaptığı şu yakarışı hatırlayın lütfen:
- “Ne olur Tayyip Bey’i deliğe süpürmeyin, kullanın.”
Sahi şimdi böyle bir tabloda Cüneyt Bey’in yakarma gereğini duyduğu o Musevi lobileri artık Tayyip pardon Recep Bey’i deliğe süpürür mü süpürmez mi?
Sakın onlar kim oluyor da deliğe süpürüyor demeyin, Zapsu yalvardığına ve Recep Bey de o yakarışa itiraz etmediğine göre, belli ki adamlar o noktada etkili.
Tayyip Recep Bey, Kemal Kılıçdaroğlu için manşetle gelen manşetle gider demişti ya ben de şimdi Abraham Foxmanların icazeti ile gelenler, İsrail’le gider dersem acaba abartmış mı olurum?
Filistin için ağıt yakanlar, şehitlerimiz için niye susuyor?
Tamam İsrail’in yaptığı terör!
Peki PKK’nın yaptığı terör değil mi?
Önceki gece İskenderun’da 6 askerimiz daha şehit edildi.
Soruyorum; vatan görevi yapan gencecik fidanlara, nöbet değişimi esnasında pusu kurup ölüm kusanların yaptığı terör değil midir?
Öyle ise dün İsrail saldırısı için meydan organizasyonları yapan o sözde İslamcı örgütler, bir kez olsun PKK alçaklığı için neden aynı şeyi yapmazlar?
Bu grupların PKK’yı tel’in için bir miting ya da etkinlik yaptığını hiç duyanınız, göreniniz oldu mu?
Lafı dolandırmadan söyleyeceğim, bu sözde dinci güruh için Gazze’de ölen bir Hamasçı, PKK’nın şehit ettiği Mehmetçikten bin kere mukaddes ve
makbûldür.
Öyle çünkü, Hamas güya Allah yolunun mücahidi, Mehmetçik ise kafir(!) devletin askeri!
Abartıyorsun diyenlere tekrar tekrar soruyorum; Gazze için yardımlar toplayıp Filistin’e koşanlar, bir kez olsun bu vatan için PKK kurşunu ile toprağa düşenlerin geride bıraktıklarına böyle bir kampanyayı hiç düzenlediler mi?
Ne yani Filistinliler muhtaç da yetimlerimiz muhtaç değil mi?
Hem o Filistinliler değil midir, Birinci Cihan savaşında Lavrenslerle işbirliği yapıp Osmanlı’yı sırtından bıçaklayan!
Hiç unutmuyorum, yıllar önce Demirel’in Cumhurbaşkanlığı döneminde Kudüs’e gittiğimizde münevver, yaşlı bir Arap aynen şu sözleri etmişti:
- “Biz bugün, Osmanlı’ya yaptığımız ihanetin bedelini ödüyoruz.”
Evet Filistinli Arap bile ulusunun ihanetini kabul ederken, bizim Arapçılarımız onları kutsamak için yarışıyorlar.
İslamcı güruh böyle de AKP farklı mı sanki?
Son bir haftadır onlarca şehit verilirken hükümet kanadından tık yok!
Keza Başbakan’ın yanı sıra Cumhurbaşkanı da tınmıyor ve şehadetlere adeta trafik kazası muamelesi yapıyor!
Yahu bu çocuklar bu ülke için ölmüyor mu, öyle ise bu kayıtsızlık ve umursamazlık neden?
Tablo ortadadır; 2002’de sıfır noktasında olan terör, bugün artık askeri birliği basma noktasındadır. Recep Bey hâlâ açılım mugalatalarını yaparken, devletin başını temsil eden zat-ı şahane de Kürt meselesinde güzel şeyler olacak beklentisini dillendiriyor
Farkında mısınız ? Gündem birdenbire nasıl değişti....!!
Biz de gündemi takip etsek ; zorunlu olarak İsrail´in "Yardım Gemisi"ne yaptığı ve onaylanması olası olmayan ve gereksiz güç kullanımı sonucu meydana gelen ve bizleri derinden üzen saldırıyı ve de Tanrıdan rahmet dilediğimiz ölenleri yazmamız gerekir..
Elbette bunları da yazalım da, bir konuyu anımsattıktan sonra yazalım...Bildiğiniz gibi Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 51. maddesi "Vukuu muhtemel potansiyel tehdidi ortadan kaldırmak için tedbir alma hakkı" nı içeriyor...Peki bunu kullanan ülke var mı ? Olmaz mı ? ABD, Irak´a müdahale ederken , Nükleer silahların potansiyel tehditlerine dayanarak , etmemiş miydi ?
Etmişti ama içine eden ABD olunca, akan sular durmuştu...Örneğin ; hiçbir nükleer silah olmadığı kanıtlanana kadar, bir milyon müslüman katledilmişti...Irak´ın çevresi, İslam ülkeleriyle çevrili değil miydi ? Evet...Peki, bırakalım o ülkeleri, biz müslüman bir ülke değil miydik ve de üstelik başımızda kendilerinin müslüman olduklarını iddia eden bir iktidar (!) yok muydu ? İyi de, ne olmuştu da, Irak´ta müslüman katliamı sürerken, kimseden hiçbir tepki gelmemiş ve de üstüne üstlük, bizim müslüman Başbakanımız " Erkek veya kadın tüm Amerikan askerlerinin en az zayiatla ülkelerine dönmeleri için duacıyız" demişti...!!!
Orada öyle, burada böyle davranmalarının nedenleri neydi ? İşte bu nedenlerin tarihsel boyutlarını tahlil etmek , bu yazıyı yazanın boyutlarını aşacağından, biz yine genelin bildiklerini sıralamaya devam edelim...!!!
Bu saldırıyı gerçekleştiren, özün de küçük Amerika değil miydi ?
Neden sadece bir Türk gemisi hedef alınmıştı...?
Gemide sadece demir ve çimento mu vardı ?
Gemi gerçekten İstanbul´dan istenmeyen yükler mi almıştı ?
Veya gemi, Antalya limanına uğradığında yolcusu mu artmıştı ?
Sanki savaştaymışız gibi davranan İsrail askerlerine neden tekme tokat saldırılmıştı ?
Geminin aranma istemi neden ısrarla reddedilmişti.?
Gemide altı aylık bebekler var mıydı ? ve varsa eğer nedeni neydi ?
İsrail, bu geminin gelmesini neden istememişti ?
Yoksa IHH "İnsani Yardım Vakfı" ile bir sorunları mı vardı ?
Yoksa, tam tersine bu saldırı, maksadını aşan danışıklı dövüş müydü ?
Öyle ya...!!! "İnsani Yardım Vakfı" denilen bu vakıf, vatan haini, uyuşturucu kaçakçısı, satılmış aşağılık pkk lı katillere, ÜCRETSİZ AVUKAT temin etmiyor muydu ? Bir Vakıf ; kendi ülkesine ihanet eden hainlere neden yardım ederdi ki..!!! Peki, İsrail´in ,pkk ile bir çelişkisi var mıydı ? Hayır yoktu...Üstelikte Tevrata göre Kürtler, Yahudilerin kullanacağı köleler değiller miydi ?
Öyleyse, bu IHH ile, İsrail´in nasıl bir danışıklı dövüşü olabilirdi ve bu operasyonu ABD nin örgütlemesi kuvvetle muhtemel değil miydi ?
Ortadoğu´da, Bölgesel bir savaş, kimin işine yarardı ?
İskenderun´da ki 7 gencimizin katledilmesiyle, bu Gemi olayının kısa aralıklarla gerçekleşmesi ve suların ısıtılması sizler de de CIA-MOSSAD ortak operasyonları kuşkusu yaratmıyor mu ? İllaki yaratıyordur da... Neden ?
Şu an ki politik, ekonomik ve de coğrafik konum ve de İslam Ülkelerinde ki içten içe kaynaşmalar, Recep Efendinin Eşbanlığını yürürttüğü BOP denen aşağılık operasyonun yaşama geçirilmesine olanak tanıyor mu ? Elbette Hayır...
Peki, bu bölgesel savaş, 22 İslam Ülkesinin sınırlarını yeniden düzenlemek için, büyük bir bahane olabilir mi ? "Evet" mi dediniz ? Bence de...
Küçük Amerika olan İsrail, kendisinden 72 mil uzaktaki gemi için önlem alabilecekken, böylesi bir olumsuz ve inanılmaz davranış sergileyerek, savaşa mı gidiyordu, yoksa savaş mı çıkarmak istiyordu ?
Böylesi büyük ve derin irdelemeleri bir kenara bırakalım da, bu olay olur olmaz, nasıl oldu da binlerce kişi Taksim Alanına ellerin de Filistin bayraklarıyla doluştu..? Yoksa, böyle bir olayın olacağı biliniyor muydu da, önceden örgütlenilmişti ?
Böylesine örgütlü bir topluluğun, gencecik fidanlarımızın aşağılık vatan haini katillerce katledilmesine tepki göstermemeleri de hayli manidar...Hadi diyelim ki sizler Atatürk Cumhuriyeti yurttaşı değil de İslam Ümmeti olmayı özümsediğiniz için, o fidanların şehit olmaları sizleri ilgilendirmiyordu...!!! İyi de, Irak´ta ki bir milyon İslam ümmetinden müslüman katledilirken, kadınların ırzlarına geçilirken ve hala da geçiliyor ve hala da katliamlar devam ediyorken....Sizler nerelerdesiniz ?
Hamas için sabahın körü toplananların, Irak´la dertleri, Pkk ile sorunları olabilir mi ?
Bu konuyla illaki ilgisi yoktur ve tamamen tesadüftür ama Recep Beyefendi Amerika´yı yeniden keşfederken, sevgili kızı ve zevcelerinin de Atatürk Türkiyesinin uygar kadınını tanıtmak için gösterdikleri olağanüstü çabayı, İsrail´in saldırısının bile gölgeleyememesi, bizler için büyük bir şans... !!!
Elbette bunları da yazalım da, bir konuyu anımsattıktan sonra yazalım...Bildiğiniz gibi Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 51. maddesi "Vukuu muhtemel potansiyel tehdidi ortadan kaldırmak için tedbir alma hakkı" nı içeriyor...Peki bunu kullanan ülke var mı ? Olmaz mı ? ABD, Irak´a müdahale ederken , Nükleer silahların potansiyel tehditlerine dayanarak , etmemiş miydi ?
Etmişti ama içine eden ABD olunca, akan sular durmuştu...Örneğin ; hiçbir nükleer silah olmadığı kanıtlanana kadar, bir milyon müslüman katledilmişti...Irak´ın çevresi, İslam ülkeleriyle çevrili değil miydi ? Evet...Peki, bırakalım o ülkeleri, biz müslüman bir ülke değil miydik ve de üstelik başımızda kendilerinin müslüman olduklarını iddia eden bir iktidar (!) yok muydu ? İyi de, ne olmuştu da, Irak´ta müslüman katliamı sürerken, kimseden hiçbir tepki gelmemiş ve de üstüne üstlük, bizim müslüman Başbakanımız " Erkek veya kadın tüm Amerikan askerlerinin en az zayiatla ülkelerine dönmeleri için duacıyız" demişti...!!!
Orada öyle, burada böyle davranmalarının nedenleri neydi ? İşte bu nedenlerin tarihsel boyutlarını tahlil etmek , bu yazıyı yazanın boyutlarını aşacağından, biz yine genelin bildiklerini sıralamaya devam edelim...!!!
Bu saldırıyı gerçekleştiren, özün de küçük Amerika değil miydi ?
Neden sadece bir Türk gemisi hedef alınmıştı...?
Gemide sadece demir ve çimento mu vardı ?
Gemi gerçekten İstanbul´dan istenmeyen yükler mi almıştı ?
Veya gemi, Antalya limanına uğradığında yolcusu mu artmıştı ?
Sanki savaştaymışız gibi davranan İsrail askerlerine neden tekme tokat saldırılmıştı ?
Geminin aranma istemi neden ısrarla reddedilmişti.?
Gemide altı aylık bebekler var mıydı ? ve varsa eğer nedeni neydi ?
İsrail, bu geminin gelmesini neden istememişti ?
Yoksa IHH "İnsani Yardım Vakfı" ile bir sorunları mı vardı ?
Yoksa, tam tersine bu saldırı, maksadını aşan danışıklı dövüş müydü ?
Öyle ya...!!! "İnsani Yardım Vakfı" denilen bu vakıf, vatan haini, uyuşturucu kaçakçısı, satılmış aşağılık pkk lı katillere, ÜCRETSİZ AVUKAT temin etmiyor muydu ? Bir Vakıf ; kendi ülkesine ihanet eden hainlere neden yardım ederdi ki..!!! Peki, İsrail´in ,pkk ile bir çelişkisi var mıydı ? Hayır yoktu...Üstelikte Tevrata göre Kürtler, Yahudilerin kullanacağı köleler değiller miydi ?
Öyleyse, bu IHH ile, İsrail´in nasıl bir danışıklı dövüşü olabilirdi ve bu operasyonu ABD nin örgütlemesi kuvvetle muhtemel değil miydi ?
Ortadoğu´da, Bölgesel bir savaş, kimin işine yarardı ?
İskenderun´da ki 7 gencimizin katledilmesiyle, bu Gemi olayının kısa aralıklarla gerçekleşmesi ve suların ısıtılması sizler de de CIA-MOSSAD ortak operasyonları kuşkusu yaratmıyor mu ? İllaki yaratıyordur da... Neden ?
Şu an ki politik, ekonomik ve de coğrafik konum ve de İslam Ülkelerinde ki içten içe kaynaşmalar, Recep Efendinin Eşbanlığını yürürttüğü BOP denen aşağılık operasyonun yaşama geçirilmesine olanak tanıyor mu ? Elbette Hayır...
Peki, bu bölgesel savaş, 22 İslam Ülkesinin sınırlarını yeniden düzenlemek için, büyük bir bahane olabilir mi ? "Evet" mi dediniz ? Bence de...
Küçük Amerika olan İsrail, kendisinden 72 mil uzaktaki gemi için önlem alabilecekken, böylesi bir olumsuz ve inanılmaz davranış sergileyerek, savaşa mı gidiyordu, yoksa savaş mı çıkarmak istiyordu ?
Böylesi büyük ve derin irdelemeleri bir kenara bırakalım da, bu olay olur olmaz, nasıl oldu da binlerce kişi Taksim Alanına ellerin de Filistin bayraklarıyla doluştu..? Yoksa, böyle bir olayın olacağı biliniyor muydu da, önceden örgütlenilmişti ?
Böylesine örgütlü bir topluluğun, gencecik fidanlarımızın aşağılık vatan haini katillerce katledilmesine tepki göstermemeleri de hayli manidar...Hadi diyelim ki sizler Atatürk Cumhuriyeti yurttaşı değil de İslam Ümmeti olmayı özümsediğiniz için, o fidanların şehit olmaları sizleri ilgilendirmiyordu...!!! İyi de, Irak´ta ki bir milyon İslam ümmetinden müslüman katledilirken, kadınların ırzlarına geçilirken ve hala da geçiliyor ve hala da katliamlar devam ediyorken....Sizler nerelerdesiniz ?
Hamas için sabahın körü toplananların, Irak´la dertleri, Pkk ile sorunları olabilir mi ?
Bu konuyla illaki ilgisi yoktur ve tamamen tesadüftür ama Recep Beyefendi Amerika´yı yeniden keşfederken, sevgili kızı ve zevcelerinin de Atatürk Türkiyesinin uygar kadınını tanıtmak için gösterdikleri olağanüstü çabayı, İsrail´in saldırısının bile gölgeleyememesi, bizler için büyük bir şans... !!!
27 Mayıs 2010 Perşembe
DİN DEVLETİNE DÖNÜŞÜYORUZ...

Bu rakamları yorumsuz olarak sizlerle paylaşmak istiyorum:
***Türkiye"de kaç okul var ?........... ........67. 000
***Kaç hastane var ?........... ........1. 220
***Kaç sağlık ocağı var ?........... ......... 6.300
***Peki kaç cami var ?........... ......... .85.000
Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 cami düşüyor.
***Peki, kaç kilise var ?........... ......... .270
***Kaç cemevi var ?........... ......... .100
***Türkiye"de kaç doktor var ?........... ......... .77.000
***Peki, kaç din görevlisi var ?........... ......... .90.000
Türkiye"de her 900 kişiye bir doktor düşerken,
her 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor.
Eğitim-Sen"e göre Türkiye"nin 200 bin öğretmen açığı var.
***Türkiye"de kaç kütüphane var?........ ......... ......1.435
***Almanya"da kaç kütüphane var?........ ......... .....11.000
***Türkiye"nin kaç kentinde devlet tiyatrosu var ?......13
*** Kaç kentte kuran kursu var?........ ......... .......81
***Bu kursların toplam sayısı kaç ?........... .........3.852
***Türkiye"de 1 opera derneği var, 11 bale, 10 heykel, 18 resim,
18 sinema, 38 tiyatro derneği var.
***Peki, kaç tane "cami yaptırma derneği" var ?........35. 000
***İçişleri Bakanlığı"nın bütçesi ne kadar ?........... ....783 trilyon
***Ulaştırma Bakanlığı"nın ?........... ........678 trilyon
***Bayındırlık ve İskân Bakanlığı"nın ?........... ...677 trilyon
***Kültür ve Turizm Bakanlığı"nın ?........... .......632 trilyon...
***Sanayi ve Ticaret Bakanlığı"nın ?........... ........280 trilyon..
***Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı"nın ?...249 trilyon...
***Çevre ve Orman Bakanlığı"nın ?........... ........404 trilyon...
***Sadece Sünnileri temsil eden
Diyanet İşleri Başkanlığı"nın bütçesi nekadar ?........1.3
katrilyon...
8 bakanlığın bütçesi kadar...
22 üniversitenin toplam bütçesine denk...
***Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin yıldan yıla büyümesine
bakalım:
1997"de 66 trilyon.
1998"de 119...
1999"da 180...
2000"de 270...
2001"de 302....
2002"de 553...
2003"te 771...
2004"te 1 katrilyon...
2005"te 1 katrilyon...
2006"da 1,3 katrilyon...
2007"de 2,7 katrilyon...
Bir ülke, Diyanet"e, bütün üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar
pay ayırıyor,bunu son bir yılda ikiye katlıyorsa, doktordan, öğretmenden
fazla imam yetiştiriyorsa, hastane değil cami yaptırıyor, kütüphaneden çok
Kuran kursu açıyorsa, o ülkenin durup bir daha düşünmesi gerekmez mi?
Arkadaşlar!
dışarda birşeyler oluyor farkında mısınız?
uykuda olanları sarsın, uyandırın. yakında ışıklar sönebilir, karanlıkta ne
yapacaksınız?
***Türkiye"de kaç okul var ?........... ........67. 000
***Kaç hastane var ?........... ........1. 220
***Kaç sağlık ocağı var ?........... ......... 6.300
***Peki kaç cami var ?........... ......... .85.000
Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 cami düşüyor.
***Peki, kaç kilise var ?........... ......... .270
***Kaç cemevi var ?........... ......... .100
***Türkiye"de kaç doktor var ?........... ......... .77.000
***Peki, kaç din görevlisi var ?........... ......... .90.000
Türkiye"de her 900 kişiye bir doktor düşerken,
her 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor.
Eğitim-Sen"e göre Türkiye"nin 200 bin öğretmen açığı var.
***Türkiye"de kaç kütüphane var?........ ......... ......1.435
***Almanya"da kaç kütüphane var?........ ......... .....11.000
***Türkiye"nin kaç kentinde devlet tiyatrosu var ?......13
*** Kaç kentte kuran kursu var?........ ......... .......81
***Bu kursların toplam sayısı kaç ?........... .........3.852
***Türkiye"de 1 opera derneği var, 11 bale, 10 heykel, 18 resim,
18 sinema, 38 tiyatro derneği var.
***Peki, kaç tane "cami yaptırma derneği" var ?........35. 000
***İçişleri Bakanlığı"nın bütçesi ne kadar ?........... ....783 trilyon
***Ulaştırma Bakanlığı"nın ?........... ........678 trilyon
***Bayındırlık ve İskân Bakanlığı"nın ?........... ...677 trilyon
***Kültür ve Turizm Bakanlığı"nın ?........... .......632 trilyon...
***Sanayi ve Ticaret Bakanlığı"nın ?........... ........280 trilyon..
***Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı"nın ?...249 trilyon...
***Çevre ve Orman Bakanlığı"nın ?........... ........404 trilyon...
***Sadece Sünnileri temsil eden
Diyanet İşleri Başkanlığı"nın bütçesi nekadar ?........1.3
katrilyon...
8 bakanlığın bütçesi kadar...
22 üniversitenin toplam bütçesine denk...
***Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin yıldan yıla büyümesine
bakalım:
1997"de 66 trilyon.
1998"de 119...
1999"da 180...
2000"de 270...
2001"de 302....
2002"de 553...
2003"te 771...
2004"te 1 katrilyon...
2005"te 1 katrilyon...
2006"da 1,3 katrilyon...
2007"de 2,7 katrilyon...
Bir ülke, Diyanet"e, bütün üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar
pay ayırıyor,bunu son bir yılda ikiye katlıyorsa, doktordan, öğretmenden
fazla imam yetiştiriyorsa, hastane değil cami yaptırıyor, kütüphaneden çok
Kuran kursu açıyorsa, o ülkenin durup bir daha düşünmesi gerekmez mi?
Arkadaşlar!
dışarda birşeyler oluyor farkında mısınız?
uykuda olanları sarsın, uyandırın. yakında ışıklar sönebilir, karanlıkta ne
yapacaksınız?
26 Mayıs 2010 Çarşamba
MADENCİ
16 Mayıs 2010 Pazar
91. YILIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ ...

Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919 tarihinde bir ulusun kaderini ve tarihin akışını değiştiren savaşımı başlattığında, 38 yaşındaydı. 29 Ekim 1923 tarihinde çürümüş ve çökmüş bir imparatorluğun sömürgeye dönüşmüş topraklarında, emperyalistlere karşı bağımsızlık savaşını kazanarak, tam bağımsız çağdaş bir cumhuriyet kurduğunda, 42 yaşındaydı. Hiç kimsenin hayal bile edemediği o eşsiz devrimleri yaparken, 50’li yaşlardaydı. Yaptıklarının hepsini ulusu için ve 15 yıl gibi çok kısa bir sürede gerçekleştirdi. Yaşama veda ederken ise 57 yaşındaydı. Mustafa Kemal Atatürk’ün ulusal kurtuluş savaşını başlatmasının üzerinden 91 yıl geçti. 15 yılda gerçekleştirdiği eserlerini ölümünden sonra, 72 yıldır içeriden ve dışarıdan yıkmaya çalışıyorlar. Ancak yıkamıyorlar ve hiçbir zaman da yıkamayacaklar. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün cumhuriyeti emanet ettiği gençleri, devrimlere sahip çıkmanın bilinciyle eserlerini her zaman koruyacaktır.
Türkiye’yi yöneten siyasi iktidarlar, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra özellikle çok partili düzenle birlikte Kemalist ilke ve devrimlerden ödün vermiştir. Günümüz iktidarı tarafından cumhuriyet sorgulanmaktan çıkarılmış, artık yargılanmaya başlamıştır.
Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, kendi ülkesinin ordusunu düşman olarak görmektedir, yargısının verdiği kararlara tepkilidir ve hangi koşulda olursa olsun her istediğini yapmak için uğraşmaktadır. Bunun anlamı, ülkede sivil darbe yapıldığının kanıtıdır. Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturmaktır.
Silivri’de hayali suçlamalarla yargılanan ulusalcı ve Kemalist aydınlar, aylardır onur mücadelesi vermektedirler. Yargının verdiği kararlardan hoşlanmayanlar; “bu karar siyasidir” diyerek, açıkça kışkırtıcılık yapmaktadırlar. Silahlı kuvvetlerin üzerine gidilerek, pasif duruma düşürülmüş, etkisizleştirilmiştir.
Siyasi iktidarın, kendi hazırladığı ve TBMM’de kabul ettiği anayasa değişikliği ile yargı, doğrudan siyasi iktidara bağımlı duruma getirilecektir. Bu durumda kuvvetler ayrılığından, kuvvetler birliğine geçiş sağlanacaktır ve bağımsız yargı son bularak, yerine siyasi iktidarın denetiminde bir yargı sistemi getirilecektir.
Laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla kesinleşen siyasi iktidarın yaptığı Anayasa değişikliğinin amacı, ülkemizde rejim değişikliği yapmaktır. Çünkü bu değişiklikler, ülkemizin temel sorunları olan ekonomik kriz, işsizlik, yoksulluk, açlık, terör, irtica gibi konular yerine, yüksek yargıyı kendilerine bağımlı hale getirmek için yapılmıştır. Ancak önümüzde Anayasa Mahkemesi süreci ve halk oylaması süreci bulunmaktadır; bu süreçler ülkemizin geleceği açısından çok önemlidir. Bu süreçler sonunda siyasi iktidarın diktaya varan kararlarına dur denilmeli ve böylelikle önümüzdeki seçimlerde, aydınlığa doğru yol almamız sağlanmalıdır.
91 yıl önce bugünlerde 19 Mayıs, bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulusun kurtuluş savaşına başlangıcını müjdeliyordu. Vatanın kurtulması için örgütlenerek, güç birliği yapan Anadolu insanının bağımsızlık mücadelesini müjdeliyordu. 91 yıl sonra Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve 19 Mayıs’ı, bugünkü siyasal ortamla birlikte düşünmek istedim… Emperyalizmin yıllardan beri görünen ve bilinen oyunlarıyla parçalanmak istenen ülkemizi, bir araya gelemeyen aynı görüşü savunan, ulusalcı ama örgütsüz insanlarla birlikte düşünmek istedim…
Günümüzde yaşanan tüm “gaflet ve dalalet ve hatta hıyanete” karşın, Mustafa Kemal Atatürk’ün aydınlık yolunda daima ileriye doğru gideceğimiz ışıltılı günlerin özlemiyle, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olan, 19 Mayıs’ın 91. yılı kutlu olsun…
Türkiye’yi yöneten siyasi iktidarlar, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra özellikle çok partili düzenle birlikte Kemalist ilke ve devrimlerden ödün vermiştir. Günümüz iktidarı tarafından cumhuriyet sorgulanmaktan çıkarılmış, artık yargılanmaya başlamıştır.
Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, kendi ülkesinin ordusunu düşman olarak görmektedir, yargısının verdiği kararlara tepkilidir ve hangi koşulda olursa olsun her istediğini yapmak için uğraşmaktadır. Bunun anlamı, ülkede sivil darbe yapıldığının kanıtıdır. Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturmaktır.
Silivri’de hayali suçlamalarla yargılanan ulusalcı ve Kemalist aydınlar, aylardır onur mücadelesi vermektedirler. Yargının verdiği kararlardan hoşlanmayanlar; “bu karar siyasidir” diyerek, açıkça kışkırtıcılık yapmaktadırlar. Silahlı kuvvetlerin üzerine gidilerek, pasif duruma düşürülmüş, etkisizleştirilmiştir.
Siyasi iktidarın, kendi hazırladığı ve TBMM’de kabul ettiği anayasa değişikliği ile yargı, doğrudan siyasi iktidara bağımlı duruma getirilecektir. Bu durumda kuvvetler ayrılığından, kuvvetler birliğine geçiş sağlanacaktır ve bağımsız yargı son bularak, yerine siyasi iktidarın denetiminde bir yargı sistemi getirilecektir.
Laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla kesinleşen siyasi iktidarın yaptığı Anayasa değişikliğinin amacı, ülkemizde rejim değişikliği yapmaktır. Çünkü bu değişiklikler, ülkemizin temel sorunları olan ekonomik kriz, işsizlik, yoksulluk, açlık, terör, irtica gibi konular yerine, yüksek yargıyı kendilerine bağımlı hale getirmek için yapılmıştır. Ancak önümüzde Anayasa Mahkemesi süreci ve halk oylaması süreci bulunmaktadır; bu süreçler ülkemizin geleceği açısından çok önemlidir. Bu süreçler sonunda siyasi iktidarın diktaya varan kararlarına dur denilmeli ve böylelikle önümüzdeki seçimlerde, aydınlığa doğru yol almamız sağlanmalıdır.
91 yıl önce bugünlerde 19 Mayıs, bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulusun kurtuluş savaşına başlangıcını müjdeliyordu. Vatanın kurtulması için örgütlenerek, güç birliği yapan Anadolu insanının bağımsızlık mücadelesini müjdeliyordu. 91 yıl sonra Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve 19 Mayıs’ı, bugünkü siyasal ortamla birlikte düşünmek istedim… Emperyalizmin yıllardan beri görünen ve bilinen oyunlarıyla parçalanmak istenen ülkemizi, bir araya gelemeyen aynı görüşü savunan, ulusalcı ama örgütsüz insanlarla birlikte düşünmek istedim…
Günümüzde yaşanan tüm “gaflet ve dalalet ve hatta hıyanete” karşın, Mustafa Kemal Atatürk’ün aydınlık yolunda daima ileriye doğru gideceğimiz ışıltılı günlerin özlemiyle, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olan, 19 Mayıs’ın 91. yılı kutlu olsun…
12 Mayıs 2010 Çarşamba
Baykal naapmış?

Gerçek ya da değil, o görüntüler 3 kişiyi ilgilendirir. Baykal, Nesrin Baytok ve onların ailelerini.
Ne yapmış Baykal, gizli gizli?
Hiç bir resmi sıfatı yokken Beyaz Saray’a davet edilip, küresel teröristlerin emrine asker verme pazarlığı yaparken mi yakalanmış?
Mahkemeye gitmemek için hastaneden gizli gizli hastadır raporu mu almış?
İmralı’daki maşaya “Sayın”, şehitlere “Kelle” mi demiş?
Bir Anayasa metni hazırlayıp önce kendi kamuoyuna açıklama yapmak varken, paldır küldür AB-D’den onay almaya mı koşturmuş?
Sadece iç kamuoyunu uyutmaya yönelik bir afyon olan AB adlı rezilane macera için, Kıbrıs’ı satan protokollere mi imza atmış?
Sanki çok fakirmiş gibi, Ramsey’e telefon açıp, “Bizim kıza da bi 250 bin lazım” mı demiş?
Hakkını arayan insanlara, hayvan azarlar gibi mi davranmış?
Arap şeyhlerine, sanki babasının malıymış gibi, İstanbul’u mu pazarlamış?
Almanya’nın sanık olarak gördüğü Zahit Akman’ı gözümüzün içine baka baka kendi korumasına mı almış, yargılanmasın diye göğsünü siper mi etmiş?
İntihal yaptığı için YÖK tarafından profluğu iptal edilen Ömer Çelik’i, aferin der gibi müsteşar mı yapmış, yetmemiş, onun sizin vereceğiniz profluğa ihtiyacı yok mu demiş?
vs.
vs.
vs.
Çok merak ediyorum, oldu veya olmadı, bu memlekete Baykal ve Baytok’un özel hayatı mı daha çok zarar veriyor?
Yoksa, küresel teröristlerin maşası olan memleketin başındaki bu iktidarın yaptıkları mı?
Kimin istifa etmesi gerekiyor?
Bülent Uluçer
Ne yapmış Baykal, gizli gizli?
Hiç bir resmi sıfatı yokken Beyaz Saray’a davet edilip, küresel teröristlerin emrine asker verme pazarlığı yaparken mi yakalanmış?
Mahkemeye gitmemek için hastaneden gizli gizli hastadır raporu mu almış?
İmralı’daki maşaya “Sayın”, şehitlere “Kelle” mi demiş?
Bir Anayasa metni hazırlayıp önce kendi kamuoyuna açıklama yapmak varken, paldır küldür AB-D’den onay almaya mı koşturmuş?
Sadece iç kamuoyunu uyutmaya yönelik bir afyon olan AB adlı rezilane macera için, Kıbrıs’ı satan protokollere mi imza atmış?
Sanki çok fakirmiş gibi, Ramsey’e telefon açıp, “Bizim kıza da bi 250 bin lazım” mı demiş?
Hakkını arayan insanlara, hayvan azarlar gibi mi davranmış?
Arap şeyhlerine, sanki babasının malıymış gibi, İstanbul’u mu pazarlamış?
Almanya’nın sanık olarak gördüğü Zahit Akman’ı gözümüzün içine baka baka kendi korumasına mı almış, yargılanmasın diye göğsünü siper mi etmiş?
İntihal yaptığı için YÖK tarafından profluğu iptal edilen Ömer Çelik’i, aferin der gibi müsteşar mı yapmış, yetmemiş, onun sizin vereceğiniz profluğa ihtiyacı yok mu demiş?
vs.
vs.
vs.
Çok merak ediyorum, oldu veya olmadı, bu memlekete Baykal ve Baytok’un özel hayatı mı daha çok zarar veriyor?
Yoksa, küresel teröristlerin maşası olan memleketin başındaki bu iktidarın yaptıkları mı?
Kimin istifa etmesi gerekiyor?
Bülent Uluçer
This is a RTE

Bu adam yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir...
- Bu adam ilköğretim çağında zorunlu dinî eğitim alır...
- Bu adamın aile kökeni kimsenin çözemeyeceği kadar karanlıktır...
- Bu adamın ailesinde daima gizlenen bir başka dine düşmanlık vardır.
- Bu adamın ruhsal yapısı çok dalgalı ve düzensizdir.
- Bu adam karşıtlarına argo ile yanıt veren küfürbaz ve külhanbeyi tavırlı biridir.
- Bu adam verdiği sözleri tutmayan ve imzaladığı anlaşmalara uymayan biridir.
- Bu adam devlet yönetimi konusunda cahil ama baskıcı ve şantajcıdır.
- Bu adam kendi ana dilini bile doğru dürüst konuşamadığı gibi yabancı bir dil de öğrenmek istememiştir.
- Bu adam kendi ülkesinde alt ve üst kimlikler bulunduğuna inanır.
- Bu adamın kendi devleti ve ordusuyla derin sorunları vardır.
- Bu adam hem özel hayatında, hem de siyasî faaliyetlerinde daima mağduru oynamıştır.
- Bu adam gençliğinde çok yoksulluk çektiğini öne sürerek, sürekli şekilde çok para kazanma hırsı yaşamıştır.
- Bu adamın cinsel sorunlar yaşadığı anlaşılmıştır.
- Bu adamın epilepsi (sara) hastalığına duçar olduğu ve zaman zaman ‘fit" diye bilinen buhranlar geçirdiği hep gizlenmiştir.
- Bu adamı gizli bir örgüt, ülkesinde lider yapmaya karar vermiştir.
- Bu adam başbakan olunca, cumhurbaşkanını halkın seçmesini istemiş ve kendisinin cumhurbaşkanı yapılmasını dilemiştir.
- Bu adamı iktidara getiren gizli örgüt, onu kullanarak ülkesinde devleti paramparça etmiş ve vatanı böldürterek yabancıların işgaline uğratmıştır.
- Bu adam tarihin tanıdığı “en kifayetsiz muhteris” liderdir.
- İnsanlık suçu işlemiştir.
İşte size bilmece... Bu adamı tanıdınız mı? Düşünün... Kime benziyor?
Yukarıdaki satırlar arasında aşina birini görüyorsunuz ama kimi?
Evet, bu adam son günlerde adından çok bahsedilen Hitler"dir.
Ve birçok kişi bu adama benzeyebilir ama kesinlikle İsmet İnönü değil!
- Bu adam ilköğretim çağında zorunlu dinî eğitim alır...
- Bu adamın aile kökeni kimsenin çözemeyeceği kadar karanlıktır...
- Bu adamın ailesinde daima gizlenen bir başka dine düşmanlık vardır.
- Bu adamın ruhsal yapısı çok dalgalı ve düzensizdir.
- Bu adam karşıtlarına argo ile yanıt veren küfürbaz ve külhanbeyi tavırlı biridir.
- Bu adam verdiği sözleri tutmayan ve imzaladığı anlaşmalara uymayan biridir.
- Bu adam devlet yönetimi konusunda cahil ama baskıcı ve şantajcıdır.
- Bu adam kendi ana dilini bile doğru dürüst konuşamadığı gibi yabancı bir dil de öğrenmek istememiştir.
- Bu adam kendi ülkesinde alt ve üst kimlikler bulunduğuna inanır.
- Bu adamın kendi devleti ve ordusuyla derin sorunları vardır.
- Bu adam hem özel hayatında, hem de siyasî faaliyetlerinde daima mağduru oynamıştır.
- Bu adam gençliğinde çok yoksulluk çektiğini öne sürerek, sürekli şekilde çok para kazanma hırsı yaşamıştır.
- Bu adamın cinsel sorunlar yaşadığı anlaşılmıştır.
- Bu adamın epilepsi (sara) hastalığına duçar olduğu ve zaman zaman ‘fit" diye bilinen buhranlar geçirdiği hep gizlenmiştir.
- Bu adamı gizli bir örgüt, ülkesinde lider yapmaya karar vermiştir.
- Bu adam başbakan olunca, cumhurbaşkanını halkın seçmesini istemiş ve kendisinin cumhurbaşkanı yapılmasını dilemiştir.
- Bu adamı iktidara getiren gizli örgüt, onu kullanarak ülkesinde devleti paramparça etmiş ve vatanı böldürterek yabancıların işgaline uğratmıştır.
- Bu adam tarihin tanıdığı “en kifayetsiz muhteris” liderdir.
- İnsanlık suçu işlemiştir.
İşte size bilmece... Bu adamı tanıdınız mı? Düşünün... Kime benziyor?
Yukarıdaki satırlar arasında aşina birini görüyorsunuz ama kimi?
Evet, bu adam son günlerde adından çok bahsedilen Hitler"dir.
Ve birçok kişi bu adama benzeyebilir ama kesinlikle İsmet İnönü değil!
Baykal’a da Silivri yolu göründü.

Aslında bu konuda bir yoruma gerek duymuyordum. Çünkü şimdiye kadar söylediklerim ve yazdıklarım işlerin buralara geleceği ile ilgiliydi. Bizim için bir sürpriz yok.
Son yirmi dört saattir yapılan yorumlara bakıyorum. Artık büyük bir çoğunluk işin gerçek sahibinin Amerika olduğunu ürkek ve korkak da olsa söylemeye başladılar. Artık herkes ABD ve onun vefakâr işbirlikçisi AKP’yi işaret ediyor.
Yandaş medya zor durumda.
Ne söyleseler ellerine yüzlerine bulaşıyor.
Önce ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesini hatırlatalım. Sınırları ve rejimleri değiştirilecek ülkeler arasında Türkiye de var. Üstelik bu projenin Amerika tarafından görevlendirilmiş Eş Başkanı da Türkiye’den.
Türkiye’nin federasyonlar şeklinde bölünmesi için daha önceden bölünmesi gereken hedefler var.
Orduyu bölmek,
Yargıyı bölme,
Partileri bölmek ve nihayetinde Türkiye’yi bölmek, bu projenin temel amacıdır.
Amerika’nın işbirlikçilere artık ihtiyacı yoktur. Eskiden işbirlikçiler ile Türkiye’deki işlerini yürütebiliyordu. Ama artık işbirliği Amerika için yeterli değil. Doğrudan uşaklar ile işlerini götürüyorlar.
İşçi Partisi, Ordunun Kemalist generalleri, namuslu yargıçlar ve savcılarının Silivri’ye taşınması yetmemiş olacak ki, sıraya CHP ve onun liderini koymuşlar.
Amerika’nın Türkiye’yi istediği gibi bölebilmesi için her türlü muhalefetin marjinalleştirilmesi gerekmektedir. Baykal operasyonu ile yaşadığımız budur.
Tekrar hatırlatayım.18 Nisan 2010 tarihinde Hürriyet Gazetesinde yer alan CIA raporunda ki hedefler arasında Madımak, Maraş ve Baykal vardı. CIA’nin talimatları içerdeki işbirlikçiler yolu ile bir bir hayata geçiriliyor.
Peki şimdi yaşadığımız operasyonun Amerika’ya yarar ne? AKP’nin yerinin pekiştirilmesi için CHP’nin muhalefetinin engellenmesi gerekmektedir.
Bir hususu daha hatırlatalım. Ergenekon Tertibinin mahkeme safahatında ortaya çıkan, MİT’in hazırladığı şemada zaten Baykal vardı.
Planın başından beri listede Baykal’ın olmasına rağmen bu güne kadar gecikmesinin nedeni; gerek Silivri’de yargılananların, gerekse belli kesimlerin direnmesinin önemli etkisi olmuştur.
Aslında bu yazıyı bir tek cümle ile ifade etmek mümkündür. Bitmemek üzere tertiplenmiş Ergenekon Tertibi devam etmektedir.
Baykal’a da Silivri yolu göründü.
Bülent ESİNOĞLU
Son yirmi dört saattir yapılan yorumlara bakıyorum. Artık büyük bir çoğunluk işin gerçek sahibinin Amerika olduğunu ürkek ve korkak da olsa söylemeye başladılar. Artık herkes ABD ve onun vefakâr işbirlikçisi AKP’yi işaret ediyor.
Yandaş medya zor durumda.
Ne söyleseler ellerine yüzlerine bulaşıyor.
Önce ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesini hatırlatalım. Sınırları ve rejimleri değiştirilecek ülkeler arasında Türkiye de var. Üstelik bu projenin Amerika tarafından görevlendirilmiş Eş Başkanı da Türkiye’den.
Türkiye’nin federasyonlar şeklinde bölünmesi için daha önceden bölünmesi gereken hedefler var.
Orduyu bölmek,
Yargıyı bölme,
Partileri bölmek ve nihayetinde Türkiye’yi bölmek, bu projenin temel amacıdır.
Amerika’nın işbirlikçilere artık ihtiyacı yoktur. Eskiden işbirlikçiler ile Türkiye’deki işlerini yürütebiliyordu. Ama artık işbirliği Amerika için yeterli değil. Doğrudan uşaklar ile işlerini götürüyorlar.
İşçi Partisi, Ordunun Kemalist generalleri, namuslu yargıçlar ve savcılarının Silivri’ye taşınması yetmemiş olacak ki, sıraya CHP ve onun liderini koymuşlar.
Amerika’nın Türkiye’yi istediği gibi bölebilmesi için her türlü muhalefetin marjinalleştirilmesi gerekmektedir. Baykal operasyonu ile yaşadığımız budur.
Tekrar hatırlatayım.18 Nisan 2010 tarihinde Hürriyet Gazetesinde yer alan CIA raporunda ki hedefler arasında Madımak, Maraş ve Baykal vardı. CIA’nin talimatları içerdeki işbirlikçiler yolu ile bir bir hayata geçiriliyor.
Peki şimdi yaşadığımız operasyonun Amerika’ya yarar ne? AKP’nin yerinin pekiştirilmesi için CHP’nin muhalefetinin engellenmesi gerekmektedir.
Bir hususu daha hatırlatalım. Ergenekon Tertibinin mahkeme safahatında ortaya çıkan, MİT’in hazırladığı şemada zaten Baykal vardı.
Planın başından beri listede Baykal’ın olmasına rağmen bu güne kadar gecikmesinin nedeni; gerek Silivri’de yargılananların, gerekse belli kesimlerin direnmesinin önemli etkisi olmuştur.
Aslında bu yazıyı bir tek cümle ile ifade etmek mümkündür. Bitmemek üzere tertiplenmiş Ergenekon Tertibi devam etmektedir.
Baykal’a da Silivri yolu göründü.
Bülent ESİNOĞLU
11 Mayıs 2010 Salı
ÖZÜR DİLERİZ ATAM..
“BUNLAR!!!” AYDINLIK GÜNLERDE, GENÇ OSMAN’IN IRZINA GEÇİP SONRA ÖLDÜRDÜLER …
Çoğu yazılarımda “BUNLAR” diye ifade ettiğim bir taraf vardı. ERDOĞAN’ın öykündüğü “aydınlık günlerde” aydınlanmanız için, o tarafın kim olduğunu bu yazımda biraz aralamak istiyorum. Devamı gelecek olan yazılarımda “BUNLARIN” Osmanlı devlet yönetimindeki karşılığı iç oğlanlardır.
İç oğlanlar; “her biri dünyanın dört bir köşesinde kimi parayla, kimi savaş sonralarında tutsak olarak Osmanlı sarayına kapılanmış yabancı soylu Frank dölü kölelerdi. Bunlara, Enderun-u Hümayun denilen ‘Türk soyuna yasak olan’ bu ocakta Osmanlı devlet adamı olmak üzere, sadece Osmanlıca konuşma belletilmişti.
Gelip geçmiş bütün sadrazamlar bunlardı.
Vezirler bunlardandı.
Zavallı halkın gözünde hala bir soyluluk simgesi gibi anılan tüm Osmanlı paşaları bunlardandı.
Şeyhülislamlar,
Kadı denilen YARGIÇLAR bunlardandı.
Beylerbeyleri,
Sancakbeyleri
Derebeyleri,
Subaşları,
Zaptiye Nazırları bunlardandı.
Ülkemin nimetlerini servetlerini, Türklerin kan ve can karşılığında zapt ettikleri yabancı ülkelerden ele geçirilen ganimetleri, çağın kültür, eğitim ve uygarlığını paylaşan işte bunlardı”(1), şimdiki bunlar da “sanki” onlardı.
Henüz 6 yaşındaki dördüncü Mehmet’e, “baban Sultan İbrahim’i öldürmek gerek… Sen onu öldürtmezsen, o seni öldürür, diyenler; bas şuracığa mühr-ü hümayunu oğlum diyerek, bileğinden tutup fermana mühür bastıran yine bunlardı.
İbrahim’in boynuna yağlı kement atıp onu boğanlar,
Genç Osman’ın ırzına geçip sonra öldürenler de bunlardı.
Bütün bir sarayı ve giderek bütün bir ülkeyi ‘insan panayırı ve kan bulamacı’ durumuna getirenler, hep bunlardı, bunlardı…”(2) ve yine bunlardı.
Bu satırlardan sonra Türkiye Cumhuriyeti’ni de “insan panayırı ve kan bulamacına” dönüştürenlerin aynı iç oğlanların bugünkü benzerleri olan “BUNLAR” olduğu sanırım anlaşılmıştır.
Şimdi de “BUNLARIN” kullandığı ERDOĞAN’ın “aydınlık günler” diye öykündüğü Osmanlı’da, görevinin karşılığı olan sadrazamların hukuki durumlarına bir kaç örnekle göz atalım…
Osmanlı’da ilk sadrazam görevine ikinci Murat döneminde Amasyalı Koca Mehmet Paşa’nın 1429’da getirildi.
1438’de azledildi.
Tarihe V. Mehmed Reşad olarak geçen padişahın son sadrazamı ise Mahmut Şevket Paşa idi. O da 1913’te öldürüldü.
Sonuçta Osmanlı’nın 600 yıllık devlet idaresindeki 36 padişahın,
7 başbakanı şehit olmuş,
30 başbakanını idam ettirmiş,
5 başbakanını Yeniçerililer öldürmüş,
131 başbakanı ise görevdeyken azledilmiştir.
Türkiye’de Osmanlı derken veya Cumhuriyet’in bilincinde olmadan, öncesi günlerini “aydınlık” olarak algılayanların çok dikkatli olması gerekir.
O “aydınlık günlerde!..”; Padişah III. Ahmed’in 6 Nisan 1713’te sadrazam olarak atadığı Hacı İbrahim Paşa’yı 21 gün sonra yani 27 Nisan 1713’te idam ettirmesi, Padişah IV. Mustafa’nın sadrazam yaptığı Keçiboynuzlu Ağa İbrahim Hilmi Paşa’nın görevindeyken firar etmesi, IV. Mehmed’in 5 Mart 1656 tarihinde göreve getirdiği Sadrazam Zurnacı Mehmed Paşa’yı 4 saat sonra azil edildiği “aydınlık” günler de yaşanmıştır.
“BUNLARIN” Osmanlı’da Fatih Sultan Mehmed ile başlayan dönemde Enderun-u Hümayun’dan çıkan ilk başbakanı (1467-1469) Rum Mehmed Paşa’dır. Gerisi, ancak Cumhuriyet aydınlanması ile durdurulmuş ise de sonra yeniden hortlamıştır… 11 Mayıs 2010
Saygılarımla
Muammer KARABULUT
İç oğlanlar; “her biri dünyanın dört bir köşesinde kimi parayla, kimi savaş sonralarında tutsak olarak Osmanlı sarayına kapılanmış yabancı soylu Frank dölü kölelerdi. Bunlara, Enderun-u Hümayun denilen ‘Türk soyuna yasak olan’ bu ocakta Osmanlı devlet adamı olmak üzere, sadece Osmanlıca konuşma belletilmişti.
Gelip geçmiş bütün sadrazamlar bunlardı.
Vezirler bunlardandı.
Zavallı halkın gözünde hala bir soyluluk simgesi gibi anılan tüm Osmanlı paşaları bunlardandı.
Şeyhülislamlar,
Kadı denilen YARGIÇLAR bunlardandı.
Beylerbeyleri,
Sancakbeyleri
Derebeyleri,
Subaşları,
Zaptiye Nazırları bunlardandı.
Ülkemin nimetlerini servetlerini, Türklerin kan ve can karşılığında zapt ettikleri yabancı ülkelerden ele geçirilen ganimetleri, çağın kültür, eğitim ve uygarlığını paylaşan işte bunlardı”(1), şimdiki bunlar da “sanki” onlardı.
Henüz 6 yaşındaki dördüncü Mehmet’e, “baban Sultan İbrahim’i öldürmek gerek… Sen onu öldürtmezsen, o seni öldürür, diyenler; bas şuracığa mühr-ü hümayunu oğlum diyerek, bileğinden tutup fermana mühür bastıran yine bunlardı.
İbrahim’in boynuna yağlı kement atıp onu boğanlar,
Genç Osman’ın ırzına geçip sonra öldürenler de bunlardı.
Bütün bir sarayı ve giderek bütün bir ülkeyi ‘insan panayırı ve kan bulamacı’ durumuna getirenler, hep bunlardı, bunlardı…”(2) ve yine bunlardı.
Bu satırlardan sonra Türkiye Cumhuriyeti’ni de “insan panayırı ve kan bulamacına” dönüştürenlerin aynı iç oğlanların bugünkü benzerleri olan “BUNLAR” olduğu sanırım anlaşılmıştır.
Şimdi de “BUNLARIN” kullandığı ERDOĞAN’ın “aydınlık günler” diye öykündüğü Osmanlı’da, görevinin karşılığı olan sadrazamların hukuki durumlarına bir kaç örnekle göz atalım…
Osmanlı’da ilk sadrazam görevine ikinci Murat döneminde Amasyalı Koca Mehmet Paşa’nın 1429’da getirildi.
1438’de azledildi.
Tarihe V. Mehmed Reşad olarak geçen padişahın son sadrazamı ise Mahmut Şevket Paşa idi. O da 1913’te öldürüldü.
Sonuçta Osmanlı’nın 600 yıllık devlet idaresindeki 36 padişahın,
7 başbakanı şehit olmuş,
30 başbakanını idam ettirmiş,
5 başbakanını Yeniçerililer öldürmüş,
131 başbakanı ise görevdeyken azledilmiştir.
Türkiye’de Osmanlı derken veya Cumhuriyet’in bilincinde olmadan, öncesi günlerini “aydınlık” olarak algılayanların çok dikkatli olması gerekir.
O “aydınlık günlerde!..”; Padişah III. Ahmed’in 6 Nisan 1713’te sadrazam olarak atadığı Hacı İbrahim Paşa’yı 21 gün sonra yani 27 Nisan 1713’te idam ettirmesi, Padişah IV. Mustafa’nın sadrazam yaptığı Keçiboynuzlu Ağa İbrahim Hilmi Paşa’nın görevindeyken firar etmesi, IV. Mehmed’in 5 Mart 1656 tarihinde göreve getirdiği Sadrazam Zurnacı Mehmed Paşa’yı 4 saat sonra azil edildiği “aydınlık” günler de yaşanmıştır.
“BUNLARIN” Osmanlı’da Fatih Sultan Mehmed ile başlayan dönemde Enderun-u Hümayun’dan çıkan ilk başbakanı (1467-1469) Rum Mehmed Paşa’dır. Gerisi, ancak Cumhuriyet aydınlanması ile durdurulmuş ise de sonra yeniden hortlamıştır… 11 Mayıs 2010
Saygılarımla
Muammer KARABULUT
10 Mayıs 2010 Pazartesi
Baykal istifa etmeyecek..
CHP Lideri Deniz Baykal’a ait olduğu iddia
edilen internet görüntüleri üzerinden, hiçbir inceleme ve araştırma yapılmadan
hatta kendisinin konu ile ilgili açıklamasını bile beklemeden Baykal’ı suçlu
ilan etmek ne kadar doğru?
Şu anda ortada sadece ne olduğu tam anlaşılmayan
bir internet görüntüsü ve de bu görüntülerin teknik inceleme ile ortaya
çıkarılmasını adli mercilerden bizzat talep eden Baykal’ın avukatlarının yasal
talepleri var. Baykal’ı bu ortamda ve sadece bu görüntülerle suçlamak ve
neredeyse idam kararı vermek, büyük haksızlıktır.
Baykal’a ait olduğu
iddia edilen görüntülerin internet ortamında yayınlandığı gün, çok zor olmasına
rağmen Baykal’ı evinden arayıp kendisine sadece geçmiş olsun diyebildim ve başka
soru da sormadım. Çünkü böyle bir ortamda ne halde olabileceğini tahmin etmek
zor değildi. Ancak konu basında farklı yorumlarla gündeme gelince dün Sayın
Baykal’ı tekrar arayıp hem geçmiş olsun dileğimi yineledim, hem de görüşlerini
almak istedim. Baykal, konu ile ilgili açıklama yapmak istemese de ağzından
dökülen her sözcüğü dikkatle analiz etmeye çalıştım.
Gerçekle ilgisi yok
Yaptığım görüşmede Baykal’ın yazılanlara ve bazı değerlendirmelere
üzüldüğünü gördüm. Ağzından çıkan ilk söz, “gerçeklerle ilgisi yok” oldu.
Baykal, yazılıp çizilenlerin, yapılan değerlendirmelerin “utanç verici” ve “boş
laflar” olduğunu söyleyerek insanların bu kadar kolayca karalanmaması
gerektiğini söyledi. Bu yapılanlar “belli tezgâhların amacına hizmet etmektir”
şeklindeki değerlendirmesini dinlerken ses tonundan üzgün olduğu, ancak pes
etmeyeceği ve kararlılıkla bu işin üzerine gideceği izlenimini edindim.
İstifa gündemde değil
Görüştüğüm, üzgün ancak kendisine güvenen
ve kararlı bir Baykal’dı. Gündeminde istifa olmadığını seslendirmese de böyle
bir niyeti olmadığı izlenimini edindim. Gerek Baykal’da ve gerekse görüştüğüm
kendisine yakın isimlerde, bu yapılanların kurultay öncesi Baykal’ı istifaya
zorlayarak ekibini tasfiye etme planı olduğu düşüncesi hâkim.
Baykal’a
eş desteği
Baykal’a yakın kaynaklardan edindiğim bilgiler, Deniz
Baykal’ın eşi Olcay Baykal’ın da moralinin yüksek olduğu ve sonuna kadar eşini
destekleyeceği, Deniz Bey’in alacağı her kararın arkasında olacağı, böylece bu
zor günleri birlikte aşacaklarını ifade ettiği şeklinde.
İstanbul il
yemeği
Önceki akşam CHP İstanbul İl Başkanlığınca bir yemek düzenlendi.
Bu yemekte il ve ilçe yönetimleri ile bazı belediye başkanlarının yanı sıra Grup
Başkan Yardımcısı Kemal Kılıçdaroğlu ve Genel Sayman Mustafa Özyürek, Genel
Başkan Yardımcısı Binnur Tamaylıgil ve Parti Meclisi Üyesi Ali Rıza Özpolat ve
partililer bulundu. Geceye katılan partililerle konuştum. Her ne kadar moraller
yüksek tutulmaya çalışılıyorsa da sessizlik hâkimdi. Masalarda oturan partililer
birbirleriyle fısıldaşarak bu konuyu konuşuyor ve Baykal’ın arkasında olacakları
yönünde değerlendirmelerde bulunuyorlardı.
Parti içi muhalefette
homurdanma var
Parti yönetimine muhalif bazı milletvekili ve
partililerin çok net seslendirmeseler de yavaş yavaş homurdanmaya başladıkları,
ancak net tavırlarını Genel Başkan Deniz Baykal’ın yapacağı açıklamadan sonra
ortaya koyacakları ifade ediliyor.
AYDIN AYAYDIN-VATAN
GEÇ OLMADAN ÖRGÜTLENİN ARTIK!!!!!
87 yıllık Genç Türkiye Cumhuriyet’ i artık rayından çıktı. Sizlere hepimizin bildiği Cumhuriyete 4 bir koldan yapılan çok güçlü saldırıları… yargıyı, askeri, cumhuriyeti, laik hukuk devletini nasıl bir iştahla ele geçirmeye çalıştıklarını anlatmayacağım.
İbne-şizofren bir CİA ajanı T. Güney in hikayeleriyle başlayan, şüphe şüphe şüphe iddia iddia iddia diye milletin akıl sağlını bozan, hepimizi ŞAPŞALA ÇEVİREN bu BÜYÜK saldırının nereden geldiği hepimiz biliyoruz artık. Bunları konuşmanın anlamı kalmadı , SAFLAR NETLEŞTİ ARTIK.
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ DİREK BİZE SALDIRIYOR. SOĞUK SAVAŞIN YENİ HALİ BU. KADİFE DEVRİMİ BÖYLE YAPTILAR..
TÜRKİYE Yİ PENSİLVANYA’DAKİ SÜMÜKLÜ FETULLAH VE PİYON AKP İLE İSTEDİĞİ GİBİ ŞEKİLLENDİRİP, ULUS DEVLETİ PARÇA PARÇA ETMEYE ÇALIŞIYOR.
Dostlar..Türkiye artık istesek de istemesekte normal siyaset rayına giremez artık. Artık bunu görüp eyleme geçme zamanı geldi. Düşünün; Bir cumhuriyet savcısı gözlerimizin önünde tarikatlara dava açtığı için apar topar hapise atıldı. Bu ülkenin 4 Ordusundan bir tanesinin en tepesindeki adam "TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYE OLMAK" tan karakola çekilmek isteniyor.
Dostlar,
ARTIK BU ÜLKEDE HER AN HER ŞEY OLABİLİR. AKLINIZA GELEBİLECEK HERŞEY.. AMA HERŞEY.. OLABİLİR ARTIK. OKUDUKLARIMA, BİLDİKLERİME, HAYAT TECRÜBEME VE AKLIMA GÜVENEREK DİYORUM Kİ: BU ÜLKE DE HUZURA, NORMAL HAYATA ARTIK NORMAL YOLLARLA ULAŞAMAYABİLİRİZ. İŞLER O KADAR HIZLI GELİŞİR Kİ, ŞAŞKINLIĞI ÜZERİMİZDEN ATAMADAN GERİ DÖNÜLMEZ YOLA GİRERİZ.
DİYORUM Kİ:
UZAKTA DEĞİL, ÇOK YAKINDA ÖYLE BİR GÜN GELEBİLİR Kİ, DIŞARI ÇIKMAK İSTERSİNİZ… KİMİN YANINA GİDECEĞİNİZİ BULAMAZSINIZ, KİMLE İLETİŞİME GEÇECEĞİNİZİ BİLEMEZSİNİZ, NEREYE GİDECEĞİNİZİ, KİMLE HAREKET EDECEĞİNİZİ BULAMAZSINIZ. TEK BAŞINA ÖFKELİ BİR İNSANIN CÜRÜMÜ KADAR YER YAKARSINIZ. TEK BAŞINA ÖFKELİ BİR İNSAN OLARAK ERİR GİDERSİNİZ..
DİYORUM Kİ;
ŞİMDİDEN ÖRGÜTLENİN. DEMOKRATİK, HUKUK KURALLARI İÇİNDE, DİK DURAN, TEPKİ VEREN, ULUSAL CUMHURİYETİ SAVUNAN DERNEKLERE, BİRLİKLERE, SİYASİ PARTİLERE ÜYE OLUN, İLETİŞİME GEÇİN,SES VERİN, SES ALIN…
SANAL BİRLİKLE BURADAKİ ÖFKEMİZLE KENDİMİZİ AVUTMANIN ANLAMI YOK ARTIK.
GERÇEK HAYATIN İÇİNE GİRİN…
ÖRGÜTLENİN !
ÖRGÜTLENİN !
ÖRGÜTLENİN !
ZAMAN GEÇ OLMADAN ÖRGÜTLENİN !
MUSTAFA KEMAL İN NUTUĞU NEDEN YAZDIĞINI UNUTMAYIN. 1. VAZİFEMİZ, HAYATIMIZ PAHASINA DAHİ OLSA BU ÜLKEYİ EMPERYALİSTLERDEN VE BÖLÜCÜLERDEN KORUMAK VE KOLLAMAKTIR. ULUSAL BAĞIMSIZLIĞI KOLAY ALMADIK, BU KADAR KOLAY VEREMEYİZ.
ÇANAKKALE DEKİ ATALARIMIZIN KEMİKLERİNİ SIZLATAMAYIZ !!!!
1.VAZİFESİNİ BİLEN TÜM YİĞİTLER, TÜM HANIMLAR, TÜM KIZLAR TÜM BEYLER..
İNİN GERÇEK HAYATA …
GEÇ OLMADAN ÖRGÜTLENİN ARTIK !!!!!
İbne-şizofren bir CİA ajanı T. Güney in hikayeleriyle başlayan, şüphe şüphe şüphe iddia iddia iddia diye milletin akıl sağlını bozan, hepimizi ŞAPŞALA ÇEVİREN bu BÜYÜK saldırının nereden geldiği hepimiz biliyoruz artık. Bunları konuşmanın anlamı kalmadı , SAFLAR NETLEŞTİ ARTIK.
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ DİREK BİZE SALDIRIYOR. SOĞUK SAVAŞIN YENİ HALİ BU. KADİFE DEVRİMİ BÖYLE YAPTILAR..
TÜRKİYE Yİ PENSİLVANYA’DAKİ SÜMÜKLÜ FETULLAH VE PİYON AKP İLE İSTEDİĞİ GİBİ ŞEKİLLENDİRİP, ULUS DEVLETİ PARÇA PARÇA ETMEYE ÇALIŞIYOR.
Dostlar..Türkiye artık istesek de istemesekte normal siyaset rayına giremez artık. Artık bunu görüp eyleme geçme zamanı geldi. Düşünün; Bir cumhuriyet savcısı gözlerimizin önünde tarikatlara dava açtığı için apar topar hapise atıldı. Bu ülkenin 4 Ordusundan bir tanesinin en tepesindeki adam "TERÖR ÖRGÜTÜNE ÜYE OLMAK" tan karakola çekilmek isteniyor.
Dostlar,
ARTIK BU ÜLKEDE HER AN HER ŞEY OLABİLİR. AKLINIZA GELEBİLECEK HERŞEY.. AMA HERŞEY.. OLABİLİR ARTIK. OKUDUKLARIMA, BİLDİKLERİME, HAYAT TECRÜBEME VE AKLIMA GÜVENEREK DİYORUM Kİ: BU ÜLKE DE HUZURA, NORMAL HAYATA ARTIK NORMAL YOLLARLA ULAŞAMAYABİLİRİZ. İŞLER O KADAR HIZLI GELİŞİR Kİ, ŞAŞKINLIĞI ÜZERİMİZDEN ATAMADAN GERİ DÖNÜLMEZ YOLA GİRERİZ.
DİYORUM Kİ:
UZAKTA DEĞİL, ÇOK YAKINDA ÖYLE BİR GÜN GELEBİLİR Kİ, DIŞARI ÇIKMAK İSTERSİNİZ… KİMİN YANINA GİDECEĞİNİZİ BULAMAZSINIZ, KİMLE İLETİŞİME GEÇECEĞİNİZİ BİLEMEZSİNİZ, NEREYE GİDECEĞİNİZİ, KİMLE HAREKET EDECEĞİNİZİ BULAMAZSINIZ. TEK BAŞINA ÖFKELİ BİR İNSANIN CÜRÜMÜ KADAR YER YAKARSINIZ. TEK BAŞINA ÖFKELİ BİR İNSAN OLARAK ERİR GİDERSİNİZ..
DİYORUM Kİ;
ŞİMDİDEN ÖRGÜTLENİN. DEMOKRATİK, HUKUK KURALLARI İÇİNDE, DİK DURAN, TEPKİ VEREN, ULUSAL CUMHURİYETİ SAVUNAN DERNEKLERE, BİRLİKLERE, SİYASİ PARTİLERE ÜYE OLUN, İLETİŞİME GEÇİN,SES VERİN, SES ALIN…
SANAL BİRLİKLE BURADAKİ ÖFKEMİZLE KENDİMİZİ AVUTMANIN ANLAMI YOK ARTIK.
GERÇEK HAYATIN İÇİNE GİRİN…
ÖRGÜTLENİN !
ÖRGÜTLENİN !
ÖRGÜTLENİN !
ZAMAN GEÇ OLMADAN ÖRGÜTLENİN !
MUSTAFA KEMAL İN NUTUĞU NEDEN YAZDIĞINI UNUTMAYIN. 1. VAZİFEMİZ, HAYATIMIZ PAHASINA DAHİ OLSA BU ÜLKEYİ EMPERYALİSTLERDEN VE BÖLÜCÜLERDEN KORUMAK VE KOLLAMAKTIR. ULUSAL BAĞIMSIZLIĞI KOLAY ALMADIK, BU KADAR KOLAY VEREMEYİZ.
ÇANAKKALE DEKİ ATALARIMIZIN KEMİKLERİNİ SIZLATAMAYIZ !!!!
1.VAZİFESİNİ BİLEN TÜM YİĞİTLER, TÜM HANIMLAR, TÜM KIZLAR TÜM BEYLER..
İNİN GERÇEK HAYATA …
GEÇ OLMADAN ÖRGÜTLENİN ARTIK !!!!!
SEVDİĞİM SÖZLER..
Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir.
Fakat itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı !
SONUNDA BÖLÜNDÜK..
Avrupa birliği uyumyasaları içine sıkıştırılan bir madde ile Türkiye"nin bölünmesi onaylandı.Kürtlere federasyon olma hakkı tanındı.Avrupa birliği bu hakkı alan kürt federasyonunun bölgesini kalkındırması için Diyarbakır belediyesine kredi açtı...
..İsrail devleti ;kendi parasıyla kurduğu Barzani oluşumuna GÜNEY KÜRDİSTAN diyerek,KUZEY KÜRDİSTANIN neresi olduğunu dünyaya tebliğ etti.AKP hükümeti imzaladığı anlaşma gereği;Türk askerinin bölgeden çıkması için gerekli yasaları meclise getirdi.
Bölgeye polis ordusu kurulması için meclise yasa getirildi.Bölgede kurulacak polis gücünün orduya dönüşmesi için ağır silahlar temin edebilmesine imkan veren yasaları çıkardı.Amerika bu ordunun temeli olacak kişileri yemende eğitmeye başladı
.GÜNEY KÜRDİSTAN ve KUZEY KÜRDİSTAN"ın arasına amerikan ordusunu yerleştirerek IRAK petrollerini kontrol etmek maksadıyla;Türkiye"nin nato sözleşmesine bazı ilaveler yapıldı.Böylelikle AMERİKA ORDUSUNUN güney doğuya konuşlanması için TBMM baybas edildi..
teskere hukuku devre dışı bırakıldı.Sanki Ankarada halkın seçtiği bir iktidar yok..vatan işgal edilmiş,işgal kuvvetleri ellerini-kollarını sallayarak topraklarımıza yerleşiyor.Yaşanan bu kabus gibi günler basına yansımasada,bazı vatanseverler yeraltı faaliyetleri sayılacak şekilde konuyu tartışıyorlar.
İşgal altındaki mahkemelerde işgal kuvvetlerine güçlük çıkaranları gözaltına almaya başladı.Vahdettin zamanındada vatanseverler işgal güçlerine engel olmasınlar diye sürgüne gönderilirdi.Türk silahlı kuvvetleri tamamen sindirildiğinde ;
İsrail"in planladığı BOP projesi kapsamında BÜYÜK KÜRDİSTAN ilan edilecek.Büyük Kürdistanın birleşmiş milletlere müracatı akabinde AVRUPA BİRLİĞİNE giriş müracatı yapılacak.
Böylece İSRAİL Avrupa Birliği üyesi olacak.Kıbrıs"ta bulunan tarafsız bölgenin ingiltere tarafından İsraile satıldiğını ,dolayısıyla AB üyesi olduğunu iddia etmesi ,geçerlilik kazanmasa bile Kürdistan üzerinden AB üyeliği alacaktır.
Tayyibin tüm uğraşları sonucu kıbrıs sorunu israilin istediği gibi sonuçlanırsa;İsrail AB üyesi olacağından ,Türkiye"nin ve Kıbrıs"ın kaderi İsrail"e bağlanmış olacak..Bir gün Türkiye"ye demokrasi gelebilir,türkiye tam bağımsız olabilir
,Ancak AKP"nin verdiklerini geri almak asla mümkün olmayacaktır...tıpkı vahdettinin verdiklerini geri alamadığımız gibi...maalesef...yapılanlar yapanların yanına kar kalacak.
..bugün vatana ihanet edenler ve onlara yataklık edenler;elde ettikleri kazançları gözlerimizin önünde utanmadan yiyecekler....birileri birşeyler yapmalı...birileri birşeyler söylemeli.
..İsrail devleti ;kendi parasıyla kurduğu Barzani oluşumuna GÜNEY KÜRDİSTAN diyerek,KUZEY KÜRDİSTANIN neresi olduğunu dünyaya tebliğ etti.AKP hükümeti imzaladığı anlaşma gereği;Türk askerinin bölgeden çıkması için gerekli yasaları meclise getirdi.
Bölgeye polis ordusu kurulması için meclise yasa getirildi.Bölgede kurulacak polis gücünün orduya dönüşmesi için ağır silahlar temin edebilmesine imkan veren yasaları çıkardı.Amerika bu ordunun temeli olacak kişileri yemende eğitmeye başladı
.GÜNEY KÜRDİSTAN ve KUZEY KÜRDİSTAN"ın arasına amerikan ordusunu yerleştirerek IRAK petrollerini kontrol etmek maksadıyla;Türkiye"nin nato sözleşmesine bazı ilaveler yapıldı.Böylelikle AMERİKA ORDUSUNUN güney doğuya konuşlanması için TBMM baybas edildi..
teskere hukuku devre dışı bırakıldı.Sanki Ankarada halkın seçtiği bir iktidar yok..vatan işgal edilmiş,işgal kuvvetleri ellerini-kollarını sallayarak topraklarımıza yerleşiyor.Yaşanan bu kabus gibi günler basına yansımasada,bazı vatanseverler yeraltı faaliyetleri sayılacak şekilde konuyu tartışıyorlar.
İşgal altındaki mahkemelerde işgal kuvvetlerine güçlük çıkaranları gözaltına almaya başladı.Vahdettin zamanındada vatanseverler işgal güçlerine engel olmasınlar diye sürgüne gönderilirdi.Türk silahlı kuvvetleri tamamen sindirildiğinde ;
İsrail"in planladığı BOP projesi kapsamında BÜYÜK KÜRDİSTAN ilan edilecek.Büyük Kürdistanın birleşmiş milletlere müracatı akabinde AVRUPA BİRLİĞİNE giriş müracatı yapılacak.
Böylece İSRAİL Avrupa Birliği üyesi olacak.Kıbrıs"ta bulunan tarafsız bölgenin ingiltere tarafından İsraile satıldiğını ,dolayısıyla AB üyesi olduğunu iddia etmesi ,geçerlilik kazanmasa bile Kürdistan üzerinden AB üyeliği alacaktır.
Tayyibin tüm uğraşları sonucu kıbrıs sorunu israilin istediği gibi sonuçlanırsa;İsrail AB üyesi olacağından ,Türkiye"nin ve Kıbrıs"ın kaderi İsrail"e bağlanmış olacak..Bir gün Türkiye"ye demokrasi gelebilir,türkiye tam bağımsız olabilir
,Ancak AKP"nin verdiklerini geri almak asla mümkün olmayacaktır...tıpkı vahdettinin verdiklerini geri alamadığımız gibi...maalesef...yapılanlar yapanların yanına kar kalacak.
..bugün vatana ihanet edenler ve onlara yataklık edenler;elde ettikleri kazançları gözlerimizin önünde utanmadan yiyecekler....birileri birşeyler yapmalı...birileri birşeyler söylemeli.
seni babasız bırakmadım..

Başbakan"İnönü zamanında,gaz,ekmek karnelerini unutmadık."diyor.İnönü yurt gezilerinden birinde,DP lilerin öğretip,İnönünün önüne çıkarttıkları bir çocuk"babalarımızı aç bırakmışsın" demesi üzerine.Belki onları aç bırakmış olabilirim ancak seni babasız bırakmadım" demiştir.Eğer Osmanlı paşası İsmet inönü Yemende uzun yıllar kalmış,savaşmış birçok cephelerde görev almış kurtuluş savaşında atatürkle beraber yurdumuzu düşmandan kurtarmışlar,cumhuriyeti kurmuşlar.Atatürkle omuz omuza mücadele veren İsmet İnönü için söylenen bu sözleri ,bir başbakandan duymak ne üzücü.Ya kurtuluş savaşını bilmiyor.Veya kurtuluş savaşı zamanında,düşmanla iş birliği yapan,sahte dincilerin torunu olabilir.Bu sözleri söyleyenler için başka türlü düşünmek mümkün değildir.Gündem değiştirmekse başka konumu kalmadı.Fırsatını bulup içlerindeki kini ortaya döküyorlar.Bazen Arınç"la bazen başbakanla bazende diğerleri ile.Asıl amaçları sinsi planlarının uygulanması.Halk, artık uyandı.Anayasa değişikliklerini yutmayacak..
22 Nisan 2010 Perşembe
Üç Ergenekon

Ergenekon üç bin yıldır kavimden kavime, kuşaktan kuşağa oluşturulan ve aktarılan bir destanın adıydı.
Artık Ergenekon denince kimse bu mitolojik öyküyü anımsamıyor.
Ergenekon denince “özel yetkili mahkeme, Silivri, Beşiktaş, toplu gözaltı ve tutuklama, aydın avı, peşin infaz, TSK düşmanlığı, yasadışı dinlemeler, kanıtsız suçlamalar, hayali örgütler, içinde suç olmayan binlerce sayfalık özel telefon görüşmeleriyle doldurulmuş iddianame adı verilmiş çöplük kağıtları, cezadan yırtarsın diyerek yalan söyletilen gizli tanıklar, Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığı”
akla gelmektedir.
Ergenekon artık insan haklarının, hukuk kurallarının ihlaliyle bir dikta rejimine gidişin adıdır.
Artık iyice ortaya çıkmıştır ki; Ergenekon dış ve iç düşmanların Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldırma operasyonudur.
Son 130 yıllık tarihimizde iki Ergenekon daha var.
Birincisi II. Abdülhamitin siyasi rakiplerini ortadan kaldırmak için kurduğu “yıldız mahkemesi “ davalarıyla anılan Ergenekon operasyonudur.
II. Abdülhamit onların sayesinde başa geçti. Anayasayı kabul etti. Ardından meclisi kapattı.
Diktatörlüğünü sağlamlaştırmak için “Yeni Osmanlıcılık” diye bilinen ve meşruti bir yönetimle devletin kurtarılacağına inananları kurduğu özel mahkemede –bazen bizzat nezaret ederek- yargılattı.
Dönemin aydınlarını, ilericilerini ortadan kaldırttı. Büyük bir baskı rejimi kurdu. Aynı yıl “düyunu umumi” kuruldu. Dış güçlerle ittifak yapıldı. Bu arada azınlık isyanları pıtrak gibi çoğaldı. Kıbrıs, Girit, Mısır, Ege adaları, Bulgaristan vb kaybedildi.
İmparatorluk dağılıyordu. 1908’de ikinci kez meşrutiyet ilan edildi. 31 Mart olayından sonra ise Abdülhamit tahttan indirilip sürgün edildi. Kısa süre sonra da öldü…
Tarihimizin ilk Ergenekon operasyonu hüsranla bitti…
İkincisi Ergenekon mahkemesi, Vahdettin’in işgal güçlerinin isteği üzerine kurdurduğu “Nemrut Mustafa Paşa” mahkemesidir. Savaş sırasında Ermeni ve diğer azınlıklara karşı işlenen suçlar için kurulmuş ve operasyon başlatılmıştır.
Yine düşmanla işbirliği vardır.
Saltanatın karşısında duran ve emperyalizme karşı savunma yapan Anadolu’daki ilerici, devrimci güçler hedef alınmıştır. Kurulan mahkemede hukuk ayaklar altına alınmış, yalancı tanıklar uydurulmuş ve yabancılara verilen söz gereğince sürgünler yapılmış, Boğazlıyan kaymakamı Kemal Bey ve Urfa mutasarrıfı Nusret Bey gibi kuvayı milliyeciler asılarak idam edilmişlerdir.
Saltanat ülkede egemen olduğunu göstermek için İngiliz desteğiyle birlikler kurmuş, fetvalar yayınlamış, isyanlar çıkarmıştır.
Ülkenin en dinamik, en yurtsever güçlerine karşı yapılan bu ikinci Ergenekon operasyonu Osmanlının tarihten silinmesiyle bitti…
Vahdettin İngilizlere sığınarak ülkeyi terk etti…
Şimdi üçüncü Ergenekon operasyonu yapılmaktadır.
Yine Dış güçler tam destek vermektedir.
Yine ulusalcı, ilerici, aydın güçler ve muhalefet hedef alınmıştır.
Yine ilgisiz kişilere uydurma suçlamalar yapılmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin en gözde ve en temel kurumları yıpratılmakta ve gözden düşürülmeye çalışılmaktadır.
Yine bütün kurumların üzerinde bir egemenliğe sahip olma hevesi vardır.
Sanki zaman tünelinde 135 yıl önceye düştük.
Padişahımız yetkilerini hiçbir kurumla paylaşmak istemiyor…
Tayyip diyor ki;
Hükümet benim, yasama benim, yargı benim…
Milli irade benim. Ben ne dersem o… Ben devletim…
Türkiye Cumhuriyeti benim !..
Onca kanlı savaşımdan sonra uygar bir devlet için erkler ayrılığının en temel ilke olduğu İki yüz yıldır bilinir.
Bizde ise biri çıkıyor.
Her şeye sövüp sayarak, “millet isterse laiklik elbet elden gidecek” diyerek başbakan oluyor. Ve kendini devlet sanıyor.
Kankası da “cumhuriyetin sonu gelmiştir” diye demeç verdiği halde cumhurbaşkanı seçiliyor.
Tayyip Erdoğan şimdilik ”milli iradeyi ben temsil ediyorum” yanılgısıyla havalarda uçmakta haklı olabilir. Meclise gelirken yüzlerce milletvekili karşılayabilir. Sabahlara kadar sıralarda uyudukları halde diktatörlüğe dönüşecek bir rejim için efendilerinin buyruğuna uyarak oy kullanabilirler.
“Yakışır Tayyip Beye başkanlık” diye çok ciddi konularda bile vıcık vıcık üstlerinden akan yağlara da bulanabilirler..
Ama asla unutmamak gerekir ki; bu üçüncü Ergenekon operasyonudur.
Biraz tarih bilgisinin hepimiz için çok yararlı olacağı kesindir..
Önceki iki Ergenekon operasyonundan çıkan tek ders var:
Tarihin tekerleri böylesi operasyonlara yeltenenleri her zaman ezip geçmiştir !..
Altan Arısoy

Ergenekon üç bin yıldır kavimden kavime, kuşaktan kuşağa oluşturulan ve aktarılan bir destanın adıydı.
Artık Ergenekon denince kimse bu mitolojik öyküyü anımsamıyor.
Ergenekon denince “özel yetkili mahkeme, Silivri, Beşiktaş, toplu gözaltı ve tutuklama, aydın avı, peşin infaz, TSK düşmanlığı, yasadışı dinlemeler, kanıtsız suçlamalar, hayali örgütler, içinde suç olmayan binlerce sayfalık özel telefon görüşmeleriyle doldurulmuş iddianame adı verilmiş çöplük kağıtları, cezadan yırtarsın diyerek yalan söyletilen gizli tanıklar, Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığı”
akla gelmektedir.
Ergenekon artık insan haklarının, hukuk kurallarının ihlaliyle bir dikta rejimine gidişin adıdır.
Artık iyice ortaya çıkmıştır ki; Ergenekon dış ve iç düşmanların Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldırma operasyonudur.
Son 130 yıllık tarihimizde iki Ergenekon daha var.
Birincisi II. Abdülhamitin siyasi rakiplerini ortadan kaldırmak için kurduğu “yıldız mahkemesi “ davalarıyla anılan Ergenekon operasyonudur.
II. Abdülhamit onların sayesinde başa geçti. Anayasayı kabul etti. Ardından meclisi kapattı.
Diktatörlüğünü sağlamlaştırmak için “Yeni Osmanlıcılık” diye bilinen ve meşruti bir yönetimle devletin kurtarılacağına inananları kurduğu özel mahkemede –bazen bizzat nezaret ederek- yargılattı.
Dönemin aydınlarını, ilericilerini ortadan kaldırttı. Büyük bir baskı rejimi kurdu. Aynı yıl “düyunu umumi” kuruldu. Dış güçlerle ittifak yapıldı. Bu arada azınlık isyanları pıtrak gibi çoğaldı. Kıbrıs, Girit, Mısır, Ege adaları, Bulgaristan vb kaybedildi.
İmparatorluk dağılıyordu. 1908’de ikinci kez meşrutiyet ilan edildi. 31 Mart olayından sonra ise Abdülhamit tahttan indirilip sürgün edildi. Kısa süre sonra da öldü…
Tarihimizin ilk Ergenekon operasyonu hüsranla bitti…
İkincisi Ergenekon mahkemesi, Vahdettin’in işgal güçlerinin isteği üzerine kurdurduğu “Nemrut Mustafa Paşa” mahkemesidir. Savaş sırasında Ermeni ve diğer azınlıklara karşı işlenen suçlar için kurulmuş ve operasyon başlatılmıştır.
Yine düşmanla işbirliği vardır.
Saltanatın karşısında duran ve emperyalizme karşı savunma yapan Anadolu’daki ilerici, devrimci güçler hedef alınmıştır. Kurulan mahkemede hukuk ayaklar altına alınmış, yalancı tanıklar uydurulmuş ve yabancılara verilen söz gereğince sürgünler yapılmış, Boğazlıyan kaymakamı Kemal Bey ve Urfa mutasarrıfı Nusret Bey gibi kuvayı milliyeciler asılarak idam edilmişlerdir.
Saltanat ülkede egemen olduğunu göstermek için İngiliz desteğiyle birlikler kurmuş, fetvalar yayınlamış, isyanlar çıkarmıştır.
Ülkenin en dinamik, en yurtsever güçlerine karşı yapılan bu ikinci Ergenekon operasyonu Osmanlının tarihten silinmesiyle bitti…
Vahdettin İngilizlere sığınarak ülkeyi terk etti…
Şimdi üçüncü Ergenekon operasyonu yapılmaktadır.
Yine Dış güçler tam destek vermektedir.
Yine ulusalcı, ilerici, aydın güçler ve muhalefet hedef alınmıştır.
Yine ilgisiz kişilere uydurma suçlamalar yapılmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin en gözde ve en temel kurumları yıpratılmakta ve gözden düşürülmeye çalışılmaktadır.
Yine bütün kurumların üzerinde bir egemenliğe sahip olma hevesi vardır.
Sanki zaman tünelinde 135 yıl önceye düştük.
Padişahımız yetkilerini hiçbir kurumla paylaşmak istemiyor…
Tayyip diyor ki;
Hükümet benim, yasama benim, yargı benim…
Milli irade benim. Ben ne dersem o… Ben devletim…
Türkiye Cumhuriyeti benim !..
Onca kanlı savaşımdan sonra uygar bir devlet için erkler ayrılığının en temel ilke olduğu İki yüz yıldır bilinir.
Bizde ise biri çıkıyor.
Her şeye sövüp sayarak, “millet isterse laiklik elbet elden gidecek” diyerek başbakan oluyor. Ve kendini devlet sanıyor.
Kankası da “cumhuriyetin sonu gelmiştir” diye demeç verdiği halde cumhurbaşkanı seçiliyor.
Tayyip Erdoğan şimdilik ”milli iradeyi ben temsil ediyorum” yanılgısıyla havalarda uçmakta haklı olabilir. Meclise gelirken yüzlerce milletvekili karşılayabilir. Sabahlara kadar sıralarda uyudukları halde diktatörlüğe dönüşecek bir rejim için efendilerinin buyruğuna uyarak oy kullanabilirler.
“Yakışır Tayyip Beye başkanlık” diye çok ciddi konularda bile vıcık vıcık üstlerinden akan yağlara da bulanabilirler..
Ama asla unutmamak gerekir ki; bu üçüncü Ergenekon operasyonudur.
Biraz tarih bilgisinin hepimiz için çok yararlı olacağı kesindir..
Önceki iki Ergenekon operasyonundan çıkan tek ders var:
Tarihin tekerleri böylesi operasyonlara yeltenenleri her zaman ezip geçmiştir !..
Altan Arısoy
6 Nisan 2010 Salı
1 Nisan 2010 Perşembe
Amanyasa…

Bekir Coşkun
30 Mart 2010
AYNI zamanda bulunmaz bir anayasa hukukçusu olan Başbakan, bu kez size anayasa yapıyor…
İçerde; hesabı verilmemiş dosyalar birikirken… Dışardan; “Alman Yüksek Mahkemesi, ikinci Deniz Feneri davasını başlattı” haberleri gelirken… Ve oyları yüzde 30’lar civarına düşüp de artık tek parti iktidarı olma umutları uçup giderken…
“Sanıkların, kendi atayacakları hâkimlerden, kendilerine mahkeme kurmaları” gibi yeryüzünün en enteresan anayasasının gerekçesi, işte bu özündeki “aman” unsurudur aslında:
Aman…
Ki bu nedenle biz buna “amanyasa” diyoruz…
Dâhi anayasa hukukçusunun hazırladığı amanyasa gerçekleşirse; devletin temel ilkesi “kuvvetler ayrılığı” gibi gözükse de, yüksek mahkemeler iktidarın atayacağı üyelerden oluşacak…
YÖK gibi…
RTÜK gibi…
TOKİ gibi…
Hukuk bir gün yakalarına yapıştığında… “Amanyasa”ya göre, kendileri tarafından atanmış, kendilerini yargılayacak yargıçlar nasıl olsa orada olacaklar…
Aman…
Aman ha aman…
Eğer iktidar, tasarladığı amanyasayı size yutturabilirse, bu kesinlikle “Başka bir rejim”dir…
Türkiye artık asla “kuvvetler ayrılığına dayalı hukuk devleti” değildir…
Ne cumhuriyet, ne demokrasi, ne hukuk, doğrusunu isterseniz zaten ne de devlet kalmıştır orta yerde…
Dünyanın her yerinde bunun tek adı vardır:
Faşizm…
Eğer yine yalakalık yapar, iktidarın eteğine yapışır, bu hilkat garibesi “amanyasayı” sineye çeker, tepki göstermez, siner, pısar, korkarsanız…
O zaman “….yasa” kısmını unutun gitsin…
“Aman….” kısmı size kalır…
22 Mart 2010 Pazartesi

3 Aralık Engelliler Günü’nün Tarihçesi
1992 yılında Birleşmiş Milletler aldığı bir kararla, 3 Aralık gününü “Uluslararası Engelliler Günü” olarak ilan etti. Bu kararın ardından BM İnsan Hakları Komisyonu 5 Mart 1993 tarihli ve 1993/29 sayılı bildirisi ile üye ülkelerce 3 Aralık gününün “engellilerin topluma kazandırılması ve insan haklarının tam ve eşit ölçüde sağlanması” amacıyla tanınmasını istedi. Ve o günden beri, 3 Aralık “engelliler günü” olarak bilinmektedir.
Türkiye’de Engellilerin Durumu
Türkiye’de nüfusun yüzde 12.29′u yani 8.5 milyon kişi engelli. Erkeklerde bu oran 11.10, kadınlarda yüzde 13.45. Ama engellilerin herkes gibi 365 günü yaşadığı gerçeğinin görmezden gelinerek sadece 1 gün için gazete, tv ve kamuoyunda gündeme getirilmemeli.
Toplumsal engellerle baş etmek engellerin kendisiyle baş etmekten daha zor. Belki yasaları, yönetmelikleri kolayca değiştiriyoruz ya insanların içlerindeki engelleri... Ama toplumun yarısı bu ülkede yaşayan engellilerin farkına vardıysa !! bu bile bizler için iyidir.
Siz hiç tekerlikli sandalyede oturup koşmayı denediniz mi?
Siz hiç gözlerinizi bağlayıp annenizi görmeyi denediniz mi?
Siz hiç kollarınızı bağlayıp birinin size yemek yedirmesini, su içirmesini beklediniz mi?
Siz hiç konuşmayıp şarkılar söylemek istediniz mi?
Siz hiç duymayıp kordon da martıların sesini dinlemek istediniz mi?
Siz zihinsel engelli yerine gerizekalı yada deli demeyi mi tercih ediyorsunuz?
Siz hiç engelli bir yakınınıza, arkadaşınıza baktınız, ilgilendiniz, ona yardımcı oldunuz mu?
Siz hiç küçük bir çocuğu tekerlikli sandalyesinden kucaklayarak alıp belediye otobüsüne bindiniz mi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)