15 Şubat 2011 Salı

HUKUK YOK, FAŞİZM VAR!

Ergenekon tertibinin en başından beri değişmeyen tek bir hedefi var: ABD’nin bölgesel planlarına direnecek kuvvetleri tasfiye etmek! AKP ve Cemaat de, tertibin sahibi değil, ABD adına uygulayıcılarıdır!


Odatv yöneticileri, “Ergenekon Terör Örgütü” üyesi olmakla suçlanıyorlar! Çünkü Odatv büyüdü, önemli bir kuvvet oldu!


Tertibin uygulayıcılarından, “hukukçuluk” oynayan doğal müttefiklerine kadar tüm kesimlere sesleniyoruz buradan: Soner Yalçın, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Ayhan Bozkurt, yeni mi üye oldu bu örgüte? Bu isimler, üç yıldır soruşturması süren bir örgüte, sonradan üye olacak kadar akılsızlar mı sizce? Hayır şimdi değil, en başından beri üyeyseler eğer, buysa iddianız, şimdiye kadar neden beklediniz evlerini basmak ve gözaltına almak için?


Kimse kendini kandırmasın. En basit mantık bile, ortada bir örgüt olmadığını, tam tersine, Türkiye’nin ABD karşıtı olan, sağdan sola tüm kesimlerine tertip uygulandığını çırılçıplak göstermektedir! Dahası yaşananlar artık faşizmdir!


Bugüne kadar, “suçları yoksa zaten serbest kalırlar”, “hukuk her şeyi çözer”, “hukuka güvenmek zorundayız” diyerek kendini kandıran (!) ama bu tavırlarıyla tertibe “doğal müttefik” olanlara sesleniyoruz özellikle: Böyle giderseniz, bir gün sıra size de gelecek!


Tarihten de mi ders çıkarmıyorsunuz hiç? Alman Rahip Martin Nemoer’i de mi duymadınız hiç?


“Almanya’da önce komünistleri yok etmek için geldiler. Ses çıkarmadım çünkü komünist değildim. Sonra Yahudileri yok etmeye geldiler. Ve yine ses çıkarmadım. Çünkü Yahudi değildim. Adından sendikacıları yok etmeye geldiler. Ve ses çıkarmadım, çünkü sendikacı değildim. Sonra Katolikleri yok etmeye geldiler. Ve yine ses çıkarmadım. Çünkü ben bir Protestan’dım. Sonra beni yok etmeye geldiler. Ve o an geldiğinde… geriye sesimi duyacak kimse kalmamıştı…” diyen Alman Rahip hiç mi bir şey ifade etmiyor sizin için?


Sizce yaşadığımız şu günler, 1933 Almanya’sına hiç mi benzemiyor?


Sıra ona, şuna, buna, son olarak da sana gelmeden, açmayacak mısın gözlerini?


Cevap ver…


Vicdanına, yarınına, geleceğine hesap ver!


19 Ocak 2011 Çarşamba

EVLATLARINI BOĞDURAN SÜLEYMAN GERÇEKTEN MUHTEŞEM Mİ?

Kanuni Sultan Süleyman 27 Nisan 1495 Pazartesi günü Trabzon'da doğdu. Babası Yavuz Selim, annesi Hafsa Hatun'dur. Hafsa Hatun Çerkez’dir.


Babası Yavuz Sultan Selim, onu küçük yaşlardan itibaren çok titiz bir şekilde yetiştirmeye başladı. İyi bir terbiye ve tahsil gördü. İlk eğitimini annesinden ve ninesi Gülbahar Hatun'dan[1] aldı. Yedi yaşına gelince tahsil için İstanbul'a, dedesi İkinci Bayezid'in yanına gönderildi.


15 yaşına kadar babası Yavuz Selim'in yanında kalan Şehzade Süleyman, kanunlar gereği sancak istemesi üzerine, önce Şarki Karahisar'a oradan da Bolu, kısa bir süre sonra da Kefe sancakbeyliğine tayin edildi (1509). Yavuz Selim'in 1512 de tahta geçmesi üzerine İstanbul'a çağırılan Şehzade Süleyman, babasının kardeşleriyle mücadeleleri sırasında İstanbul'da kalarak babasına vekâlet etti.46 yıl, (1520–1566) neredeyse yarım yüzyıl gibi çok uzun bir süre padişahlık yaptı.


PADİŞAHIM ÇOK YAŞA!

Osmanlıyı anlamaya bu makalenin sınırları yetmez ancak belli ölçülerde fikir verir. Bu yüzden gerçekçi bir fikir sahibi olmamız bakımından konuyu ve özellikle; kuruluş, yükseliş, yok oluş dönemlerini ayrı tutmakta yarar vardır.
Yükseliş dönemine gelindiğinde; imparatorluğun en etkin yönetim kademelerinde bulunan Türk kökenli tebaa, Fatih ve özellikle İstanbul’un alınışından sonra, istikam (yapı, kale, köprü vb.) gibi geri hizmetlere alınıyor, harp ve sefer sırasında tüm angarya işler onlara yükleniyordu. Artık Yeniçeri Ocağına da alınmıyorlardı. Buralara, kendilerini imparatorluğun yeni sahipleri olarak gören ve yerli ahali tarafından “ekâbir takımı”[2] denilen devşirme gençler alınıyor, bir bölümü, Enderun mektebindeki eğitimlerinden sonra, asker veya yönetici olarak, sarayda ve memleketin çeşitli eyaletlerinde yüksek idareci konumunda görev yapıyorlardı.


Devşirilen Sırp, Hırvat, Grek, Boşnak vb.lerinin sayısı sürekli artarak, bunların sayısı XV. yy. ortalarında 15–20 bine ulaşmıştı. Padişahların, Sırp, Hırvat, Rus, Çerkez, Bizans gibi unsurlarla evlilikleri, Türklük ruhunu büyük ölçüde kaybetmelerine ve sarayın yeni devşirme sakinlerinin Türklüğe ve Türkmen’e hakaret içeren konuşmalarına sessiz kalmalarına neden oluyordu. Türklük, artık “aykırı, aşağılık, akılsız, idraksiz, kaba adam” anlamında hakaret ve küfür yerine kullanılır olmuş, Türk dili yerine Fars ve Arapça kırması olan Osmanlıca, başta saray mensupları olmak üzere tüm idari-örfi ve şer-i kurumların[3] konuşma ve yazma dili olmuştu. Halk Osmanlıyı, Osmanlı da halkın dilini anlamıyordu.

FATİH BİZANS'I DEĞİL BİZANS FATİH'İ FETHETTİ

Artık, Osmanlının özellikle merkez (saray) teşkilatı başta olmak üzere idaresi, neredeyse tüm imparatorlukta devşirmelerin inisiyatifine geçmiş, devşirmeler, kendi aralarında içten içe bir devşirme dayanışmasını da egemen kılmaya başlamışlardı. Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, devşirildiği yer olan ülkesi Bosna-Sokol şehrinin imarına önem veriyor, akrabalarını, Osmanlı saray yönetiminin kilit yerlerine getiriyor, Mimar Sinan, çalıştırdığı işçi ve ustaların tamamını doğduğu şehir olan Kayseri Rum’larından temin ediyordu.

15,16 yaşlarında devşirilen çocuklar, hiçbir biçimde devşirilme hikâyelerini unutmuyorlar, ‘unutmuş’ görünüp, günü geldiğinde gereğini yapmak üzere, sahte bir Türklük-Müslümanlık örtüsü altında yönetim kademelerinde yükselmeye bakıyorlardı.


“Büyük vezirler, vezirler, kumandanlar, çoğu kez Müslümanlığı kabul etmiş görünen devşirme kullardı. 48 büyük vezirden yalnız 4’ü Türk çocuğuydu.[4] Divanı Hümayun, tam bir ‘esirler pazarıydı’. Öte yandan, Sultanın kendisi neydi? İstanbul halkı, ‘köle oğlu’ diye adlandırırdı onu. Valide Sultan, yani Sultan’ın annesi ya bir Rus, ya bir Çerkez, ya Grek, ya da İtalyan esiri idi… II. Selim (1566–1574), yarı bir Rus’tu, III Mehmet (1595–1603), yarı Venedikli, II Osman (1613–1621), IV. Murat (1623–1640), I. İbrahim (1640–1648), II. Mustafa (1695–1703) yarı Grek’tiler.”[5]

MUHTEŞEM SÜLEYMAN MI

Sultan Süleyman’ın, uzun süren padişahlığının yaşlılık döneminde, sarayda tam bir şeytan üçgeni kurulmuştu. Bunun birinci ve en güçlü ayağı, Leh asıllı Yahudi bir aileden alınan ve asıl adı Roxelanne olan Hürrem Sultan’dır. İkinci ayağı, Yavuz Selim’in damadı, Hürrem Sultan’ın büyük müttefiki Rum kökenli Sadrazam (Makbul veya Damat İbrahim) İbrahim Paşa ve üçüncüsü de, görünüşte tüm yetkilerin sahibi görünen, fakat karısı ve eniştesinin oyuncağı durumuna düşen padişah Sultan Süleyman’dır.


Saray, özellikle imparatorluğun en güçlü olduğu bu dönemde, üst yönetimde olanlar için tuzaklarla doludur. Herkes kendisi için bir hesap yapmakta, çıkarı için oğul babasını, baba ise oğlunu ‘vah’ bile demeden ve gözünün yaşına bakmadan kesebilmektedir. Bu hesaplar içinde uzunca bir süredir ‘yaşlı padişah Sultan Süleyman’ın yerine kim gelecek’ hesapları uğruna senaryolar yazılmakta, herkes bir diğerinin ayağını kaydırmak için fırsat kollamaktadır.


Ancak bu kez konu çok daha önemlidir ve söz konusu olan şey imparatorluktur. Büyük kılıçlar artık karşı karşıyadır. İbrahim Paşa’nın gönlünden geçen padişah adayı Sultan Süleyman’ın ilk karısından olma, yeniçeri ve halkın çok sevdiği 35 yaşlarındaki Şehzade Mustafa’dır. Buna karşın Hürrem Sultan, kendi oğullarından biri olan Selim’in padişahlığını istemektedir. İbrahim Paşa ve Hürrem Sultan ikilisi, menfaatleri için birçok sadrazam ve üst düzey yetkiliyi boğdurmuşlar, fakat bu son olayda çıkarları kesişmiş, karşı karşıya gelmişlerdi.

SARAY'DA SAVAŞ HALİ

Hürrem Sultan derhal harekete geçti. Artık kudretli sadrazam İbrahim Paşa’nın da suyu ısınmıştı. Hürrem’in kışkırttığı Kanuni, İbrahim’i öldürtmek üzere tuzak kurdu ve ona hiç hissettirmeden vücudunu ortadan kaldırıverdi. Tuzak şöyle işledi: İbrahim Paşayı saraya davet etti. Misafir bulunduğu saray odasında uyuduktan sonra sessizce boğdurdu ve cesedi geceleyin kendi sarayındaki yatak odasına konuldu. Artık o kudretli sadrazam yoktu.


Hürrem Sultan’ın yeni gözdesi ve işbirlikçisi, kızı Mihrimah Sultan’ın kocası yeni Sadrazam Damat Rüstem Paşa’dır. Kaynana damat işbirliğiyle hemen bir tertip düşünüldü ve uygulamaya konuldu: Şu dedikodu padişahın kulağına gelecek şekilde yaygınlaştırılıyordu. ‘Padişah yaşlandı. Rüstem Paşa’nın başını almalı, Sultan Mustafa’yı padişah yapmalı, padişahı da Dimetoka’ya göndermeli.’

Dedikodular Padişah’ın kulağına kadar gelince kararını verdi ve İran seferine giderken de Sultan Mustafa’ya kurduğu tuzağı uygulamaya koydu. Konya Ereğlisi civarında Mustafa’yı, görüşmek üzere çadırına çağırdı. Mustafa çadıra girer girmez, babasıyla değil, cellâtlarla karşılaştı. Babasının kendisine tuzak kuracağını tahmin edemediği için hazırlıksız yakalandı; ilk hamlede üzerine saldıran dört cellâdı birer yumrukla yere serdi, fakat tekrarlanan hamlelere daha fazla dayanamadı ve can havliyle bağırdı:


—Baba imdat! Beni öldürüyorlar!


Mustafa’nın yumrukları ve korkutucu bakışlarıyla kızgınlıkları artan dilsiz cellâtlar yeniden saldırdılar, yere yatırdılar, kemendi boynuna yaktılar ve onu boğdular.


Kanuni, aynı çadırın içinde perdenin arkasında, kendisine karşı hiçbir saygısızlığı ve fenalığı olmayan evladının boğulmasını hem de kılı bile kıpırdamadan izliyordu. Oğlunun canhıraş feryatlarını tam bir soğukkanlılıkla izledi. Ve böylece insanoğluna, tarihte eşi olmayan bu kara yürekliliğin iğrenç ve şaheser örneğini vermiş oldu.


Hürrem söylüyor, Sultan Süleyman çocuklarını, torunlarını, yeğenlerini boğduruyordu:


Kanuni’nin pek sevdiği için yanından ayırmadığı kamburumsu ama ince, zarif, şair küçük bir oğlu daha bulunuyordu: Cihangir. Cihangir’in annesi de Hürrem’dir. Cihangir, öz ağabeylerinden çok, üvey ağabeyi Mustafa’yı severmiş. Onun Aktepe’de boğularak nasıl öldürüldüğüne şahit olunca, bu karabasanlı ağır acıya dayanamamış ve aynı yıl o da ölmüştür.


Mustafa’nın öldürülmesiyle ilişkili olarak bir siyasal cinayet daha işlenmiştir: Onu da İsmail Hami Danişmend’den okuyalım: “Bu büyük faciayı, ikinci bir facia daha takip etmiştir. Osmanlı menbaalarında meskût[6] geçildiği halde Garp menbaalarına akseden bir rivayete göre Sultan Mustafa’nın Bursa veyahut Amasya’da bulunan küçük yaştaki oğlu da dedesinin emriyle aynı günlerde anasının kucağından alınıp boğularak idam edilmiştir.”


Mustafa olayı nedeniyle gözden düşen ve görevden alınan Rüstem Paşa, Hürrem Sultan’ın baskılarıyla tekrar görevine iade edildi. Şimdi, Padişahlığa aday olan iki şehzade kalmıştı: Selim ve Bayezid.


Bayezid kandırıldı ve babasına karşı kışkırtıldı. Selim’in lalası Mustafa Paşa sürekli oyun tezgâhlıyordu. Bayezid, kardeşi Selim’e hakaret eden mektuplar yazmaya başladı. Bu mektuplar Selim’e ulaştıktan sonra, delil olarak padişaha arz ediliyordu ki, Bayezid’in padişahlık için uygun olmadığına, suçlu ve asi bir kişilik olduğuna inanıp ikna olsun. Bunun üzerine padişah her iki adaya da tavrını belli eden mektuplar yazdı. Durumdan hoşnut olmayan Bayezid isyan etmeye kalktı. Üzerine kuvvet yollanınca Amasya’ya kaçtı. Oradan bir mektup yazarak babasından af dilediyse de yolladığı özür mektupları lala Mustafa Paşa’nın adamları tarafından alınıp, ulaklar öldürüldü.


Bayezid İran’a kaçtı ancak, tehlikenin büyüdüğünün farkına varan Şah Tahmasb’ın emriyle iade edildi. Hakkındaki entrikaların farkına varan Bayezid, bulunduğu yerlerden babasına mektuplar yazmaya ve af dilemeye devam etti.
TÜRKLER'E TAHAMMÜL EDEMEZDİ


İmparatorluğun yükseliş dönemiyle, bugün ülkemizi yöneten zihniyet arasında, Alevilere bakış açısından büyük benzerlikler bulunmaktadır. Muhtemeldir ki, günümüz İslamcı muhafazakârlarının Osmanlı hayranlığı da, bir bakıma işte bu Türkmen düşmanlığına öykünmekten ileri gelmektedir.


Kanuni Süleyman dönemi, tam bir iç katliam dönemidir. Süleyman, yarı buçuk Müslümanlığına karşın, kendisi gibi dönme-devşirme uleması marifetiyle, Türkmen-Alevileri aleyhine sürekli katliam fetvaları yazdırmış, padişahlığı boyunca kan dökmeye doymamıştır. Yukarda belgeleri verildiği gibi eli kanlıdır. Zalim ve kıyıcıdır.



Kıyıcılığa, zalimliğe ve sarayın soyguncu tavrına daha fazla dayanamayan Alevi Türkmenler, 1525-26’da Sivas, Çorum, Amasya, Yozgat bölgelerinde ayaklanmışlar, yüz binlerce kayıp vermişlerdir. 1527’de Hacı Bektaş Dergahı Postnişini Kalender Çelebi öncülüğünde bir başka ayaklanmada ise yine aynı bölgelerden Türkmen Aleviler başta olmak üzere, Türkmen olmayan tımar sahipleri ve köylüler de katılmıştır.




Sivas’ın Karaçayır mevkiinde yapılan savaşta Kalender Çelebi, Osmanlı’yı yener. Bunun üzerine Osmanlı tımar sahipleriyle yeni bir ilişki kurar, tımar sahiplerine arazilerini geri verir, Kalender Çelebi güçleri zayıflar ve ayaklanma bastırılır. Kalender Çelebi öldürülür...

BUGÜN NE DURUMDAYIZ

Dönemin nüfus şartlarında yüz binlerce insan katledilmiştir. Bu kıyımların sonucudur ki, bugün, Türk-Türkmen sayısı, dönme-devşirmelere göre daha azınlığa düşmüş, at izi it izine karışmıştır. Pir Sultan Abdal gibi Türkmen kocaları: “dönen dönsün/ben dönmezem özümden” diyegelmişler; dönmeler- devşirmeler “has Türk-Müslüman” olmuş, Türk ve Türkmenler ise, “el-yabancı” sayılmışlardır

7 Ekim 2010 Perşembe

Cariye olma özgürlüğü

TÜRBAN ESARETİN ÖRTÜSÜ
“Türban özgürlüğü” diye bir özgürlük olabilir mi?
Eğer ağanın marabası olmak özgürlük ise, türban da özgürlüktür.
Şeyhin ayağına yüz sürmeye özgürlük diyorsanız, türbana da özgürlük demeye devam edin.
Cariyelik özgürlükse, türban da özgürlüktür. Türban, insanın kul, kadının cariye olduğu topluma denk düşen bir örtü; işin gerçeği budur.
Özgürlükler, demokratik devrimlerle geldi. Özgürlük, Ortaçağ ilişkilerinden kurtulmaktır. Kadın açısından özgürlük, eşitliğe kavuşmak, toplumun çalışan, üreten, yaratan, onurlu üyesi olmaktır. Yoksa padişahlığa, ağalığa, şeyhliğe, erkek tahakkümüne dönme özgürlüğü yoktur.
Demokratik, özgür bir toplum kurmak isteyen bir parti veya insan, türban ve özgürlük kavramlarını yan yana getiremez. Bu, esaret özgürlüğünü savunmaktan başka bir şey değildir.
Bireysel özgürlükleri tarihsel içeriğinden koparır ve Ortaçağ kafasıyla yeniden tanımlamaya kalkarsanız, yeniden kul olursunuz; cariye olursunuz.
KUR’AN HUKUKUN KAYNAĞI OLAMAZ
Kur’an da türban emri yok; doğru. Ama Kur’an da türban emri olsa, bu emir uygulanacak mı?
Kur’an’da “hırsızın elini kesin” emri var, uygulanıyor mu; uygulanabilir mi?
Kur’an’da “kadına mirastan yarım pay verin” emri var, uygulanıyor mu; artık uygulanabilir mi?
Kur’an’da “Dört kadın almak” caiz, hangi onurlu kadın, bu hükmü benimseyebilir?
Kur’an’da kölelik var; cariyelik var; hangi babayiğit uygulayabilir?
Kur’an’da “İslamdan vazgeçeni öldürün” emri var, nerede bulabilirsiniz o cellatı?
GÜNÜMÜZ TOPLUMUNU KUR’ANLA YÖNETEMEZSİNİZ
Demokratik bir toplumu, Tevrat’ın On Emriyle; İncil’den ayetlerle, Kuran’la yönetemezsiniz. O nedenle türban konusunda Kur’an’a gönderme yaparak yürütülen tartışmalar, tarih bilgimizi genişletir ama hukukun kaynağı olamaz.
Devletin temel düzenlerini din esaslarına göre belirlemeye kalkmak, bütün demokratik ülkelerde Anayasaya aykırıdır. Dahası en katı yobaz bile, günümüz toplumunu Nisa suresine, Ahzab suresine veya Bakara suresine veya başka bir sure ve ayete dayanarak düzenleyemez. Bu, deveyle ticaret yapmaya benzer ve artık mümkün değildir. İslam, birçok İslam âliminin de belirttiği gibi, tarihseldir. Tarihin dışında hiçbir şey yoktur.
Hz. Muhammed, dünya tarihinin en büyük devrimcilerindendir. İslamın düzenlemeleri, 7. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar dünya ölçeğinde bir devrimin hukuku idi. İslam, yeryüzü uygarlığının merkezi ve önderi oldu, ama o çağ arkada kaldı; bugün 21. yüzyılda yaşıyoruz. 21. yüzyılın toplumunu, 7-15. yüzyılın hukukuyla yönetemezsiniz. Yönetirim diyenler açıp kutsal kitapların her cümlesini yeniden okusunlar ve günümüz toplumunun denek taşına vursunlar. Bugünün ekonomisini, siyasetini, kültürünü, bilim hayatını, Tevrat, İncil veya Kur’an’la yönetebilecek bir sihirbaz yoktur. Bunu Fethullah Hoca da yapamaz; Mahmut Ustaosmanoğlu da yapamaz. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül de yapamaz. Halkı aldatmaktadırlar.
CİNSELLİĞE VURGU YAPAN KÖLECİ KÜLTÜR
Türban, kadının cinselliğine vurgu yapan bir kültürün simgesidir; kadını insan yerine koymayan, onu yalnız cinsel bir nesne olarak gören bir anlayışın aletidir. Eski köleci Yunan ve Roma kültürü böyle idi; bütün Ortaçağ karanlığında bu yaşandı; asilzadeler kadını cinsel köle yaptılar; kadını kafesin arkasına kapattılar.
Bugün çürüyen emperyalist-kapitalist kültür de, kadını yeniden cinsel bir nesne durumuna düşürdü. Bu açıdan kadının göbeğini açarak dolaşması ile türban aslında aynı kültürün işaretleridir. Biri örterken, diğeri açmaktadır. Ama ikisinde de vurgu aynıdır, “Bu gördüğünüz veya göremediğiniz cinsel nesnedir” bildirisi vardır. Türban, kadını hor gören, kadının kişiliğini kabul etmeyen bir kültürün simgesidir.
Türban giyen kadınları elbette incitmiyoruz; onlar bizim insanlarımızdır. Ama onlara değer veriyorsak, gerçekleri söylemek zorundayız. O kardeşlerimizi ve eşlerini üzmeden, saygı göstererek cesaretle ve yılmadan bu doğruları anlatmak, bir insanlık borcudur; bir uygarlık görevidir: Türban, çalışan, başı dik, kişilikli, çağdaş Türk kadınına yakışmıyor; çağımızda hiçbir toplumun kadınına yakışmıyor. Yasakları, baskıyı savunuyor değiliz; ama bu gerçeği kadınlarımıza, erkeklerimize, gençlerimize anlatmaktan vazgeçemeyiz. Vazgeçenlere yazıklar olsun diyoruz.
Soruyoruz: Toplum nasıl özgürleşecek, insan onuru nasıl gelişecek?
TÜRBAN SOSYETE ÖRTÜSÜDÜR
Türbanla tarlada çapa yapamazsınız, yapan yok.
Türbanla zeytin çırpamazsınız, çırpan yok.
Türbanla mutfakta yemek pişiremezsiniz.
Türbanla fabrikada, laboratuarda çalışamazsınız; hemşirelik ebelik yapamazsınız.
Türban, çalışan, iş yapan kadının örtüsü değildir.
Türban, sağlığa aykırıdır. Doktorlar söylüyor: Yara yapıyor, pişik yapıyor; sıkıntı veriyor; kadına eziyettir.
Türban, sosyete örtüsüdür.
Çalışan kadının örtüsü, baş örtüsüdür; yemenidir, eşarptır, şapkadır vb.
PARMAKLARDA 50 MİLYARLIK PIRLANTALAR
Dikkat edilsin, türbanın asıl sahipleri, parmaklarında 50 milyarlık pırlanta yüzükle dolaşanlardır.
Hz Muhammed’in bir çulu, bir de kırık testisi vardı. Sofradan yarı aç kalkmayı öğütlüyordu. Altına, zenginliğe tamah etmedi; Mekke’nin yoksullarını, zulme uğrayanları örgütledi.
Bir de, şu türban bayrağını açan AKP erkânına ve hanımlarına bakınız: Göğüslerinde Amerikan bayrağı, gözlerini para ve altın hırsı bürümüş; sarayların eşyalarına bile göz koydular; parmaklarında 50 milyarlık pırlantalarla dolaşıyorlar; çocuklarına gemicikler alarak kendilerine benzetiyorlar; kıyıyorlar onlara da. Türban yobazlığının tepesindeki BOP Eşbaşkanı’nın yasadışı servetinin 20 milyar doları bulduğu saptanıyor.
Bu saltanat ve para düşkünleri, fakiri fukarayı türbanla, tarikatla, yobazlıkla kendilerine kul yapmaktadırlar. Hakikat budur!
Türban, milletin hakimiyetine karşı, emperyalizmin, mafya ve tarikat trilyonerlerinin saltanatının örtüsüdür.
RAHİBE ÖRTÜSÜ
Tarihimize bakalım, ne köyde, ne kasabada, ne de sarayda türban yoktur. Yemeni vardır, başörtüsü vardır, ferace vardır, çarşaf vardır, eşarp vardır, peçe dahi vardır, ama türban yoktur. Nenelerimizin, annelerimizin resimlerine bakalım, kitapları karıştıralım, türbanı Türk tarihinde bulamazsınız. Ama Sumer ve Asur mabetlerinde, Katolik rahibelerinin başlarında bulabilirsiniz. Türban, bir rahibe örtüsüdür. Bu tarihsel bir gerçektir. Kim niçin bu gerçeğe kızmakta veya söylemekten korkmaktadır?
KADINA TÜRBAN ASKERE ÇUVAL
Tayip Erdoğan, en sonunda bir İspanya gezisinde, “Velev ki siyaset simgesi” diyerek, türbanın siyasetin aleti olduğunu itiraf etmişti.
Hangi siyasetin?
Türban, Yeşil Kuşak siyasetinin ve bugün Büyük Ortadoğu Projesi’nin örtüsüdür.
Türbanı bayrak yapan kara siyaset, Irak ve Afganistan’da milyondan fazla Müslümanı katletti; Müslüman kadınlara tecavüz etti; Ortadoğu uygarlığını yağmaladı; Müslümanların yaşadığı ülkeleri böldü, bölüyor. Türban, bu zulmü örtüyor.
Türban, 1970’lerden sonra Türk toplumuna dışardan dayatıldı. Hepimiz yaşadık bunu. Kadınlarımızın başına türban geçirenler; askerimizin başına da çuval geçirdiler.
SÖZDE LAİKLERE BİR ÇİFT SÖZ
Büyük sermaye sahipleri, laikliği özünden kopardı. Laiklik, dünyanın her yerinde kralların padişahların saltanatına karşı, halk hakimiyetinin ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Laiklik, halkın krallara ve beylere karşı iktidar savaşının siyaseti idi. Türkiye’de de saltanata karşı mücadelenin bayrağı oldu. Ancak Kemalist Devrim’in kireçlenmesinden sonra burjuvazi, laikliği yoz hayatın, meyhaneciliğin vb maskesi olarak kullandı. Şimdi bundan da vazgeçtiler; “türban özgürlüğünü” savunuyorlar. Bir kısım laikçilerimiz ise, devrimci demokrasiden ödün vere vere, en sonunda toplumun bütün meselelerini Kur’an’a dayanarak tartışır noktaya geldiler. Tarikatların şeyhlerin minderinde çağdaşlık mücadelesi veriyorlar.
Demokratik devrimlerin kendi halkçı devrimci ideolojisi var. Bu, Türkiye’ye Gençtürk Devrimciliğiyle ve devamında Kemalist Devrim’le geldi. Çağdaş topulumu kurma mücadelesi, Ortaçağ kaynaklarına yaslanarak verilemez. Emperyalizme ve gericiliğe karşı 7-15. yüzyılın ideolojisiyle mücadele edeceklerini sananlar, günümüzdeki hazin manzaranın sorumlusudurlar ve yarınlara ışık tutamazlar.
Günümüzün demokratik çağdaş toplumu, dünyanın hiçbir yerinde dinsel kaynaklara gönderme yaparak kurulmamıştır. Geleceğin toplumu da, kutuplardan ekvatora kadar dinsel kaynaklara göre kurulmayacaktır.
Atatürk gibi devrimci olalım, yoksa bu süreç türbanda durmaz, kadınlarımızı cariye yaparlar
.
www.doguperincek.info

16 Ağustos 2010 Pazartesi


10 Ağustos 2010 Salı

NAMUS VE ERDEM

12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak halk oylaması için, süreç gittikçe kızışmaya başladı. Bazı soldan dönmelerin ‘evet’ demesi, siyasi iktidarı sevindirmektedir. Tüm Öğretim Elemanları Derneği’nin adı bile unutulan eski genel başkanının, şeriatçı Vakit Gazetesi’ndeki “Namuslu olun, evet deyin” şeklindeki açıklaması, namus kavramının hangi çıkarlar uğruna namussuzluğa dönüştüğünün açıklanması açısından önemlidir. Aynı gazetenin haberine göre, 12 Eylül 1980 öncesinin ünlü Fatsa Belediye Başkanı Fikri Sönmez’in oğlunun da, ‘evet’ kampanyasına katılması düşündürücüdür. Bu durumda Naci Sönmez’in, babası terzi Fikri’nin fikirlerini anlamadığı ve yararlanamadığı anlaşılmaktadır.
CHP eski Genel Başkan Yardımcısı Ankara Milletvekili Eşref Erdem, yapılacak halkoylaması için Sabah Gazetesi’ndeki röportajında “Demokratlar evet demeli” diyerek, soyadı erdemli bir politikacı örneği sunmuştur. Eşref Erdem, Kasım 2007 tarihinde “CHP’nin soldan uzaklaştığını” söylemiş ve genel başkan yardımcılığından istifa ederek, erdemli bir tavır sergilemişti! Bu olay için Sayın Erdem’e “Günaydın” diyerek, Cumhuriyet Gazetesi’nde 27 Kasım 2007 tarihinde yazdığım “Günaydın” adlı makaleyi, kendisine sunmuştum. 35 yıllık CHP’li politikacı Eşref Erdem demokrat gözükmek adına, AKP’nin diktatörlük kurmak için yaptığı sahte demokratlık çabalarını görmezden geliyor. 12 Eylül ürünü olan ve özgürlükleri kısıtlayan 1982 Anayasası’nın bile daha gerisine düşen AKP Anayasa paketinin desteklenmesini istiyor. Son sekiz yıldır siyasi iktidarın özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik eylemlerini yok sayarak, AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştirdiğini söylemek, herkese kısmet olmayan bir söylem olsa gerek…

Başbakan soldan dönmelerin bu tavırlarını görünce, Hatay’da yaptığı konuşmada şunları söyledi; “CHP, MHP, BDP, bir kısım medya, YARSAV, terör örgütü hepsi bir araya toplanmışlar. Kime karşı, milletin anayasasına evet diyenlere karşı”. Bir başbakanın kendisine karşı fikirleri yok sayması ve fikir sahiplerine karşı iftira atarak, aşağılama yetkisi ve hakkı yoktur. Bir başbakanın siyasi partileri, basın kuruluşlarını, demokratik kitle örgütlerini terör örgütü ile birlikte göstermesi, demokrasinin farklı görüşler rejimi olduğunu bilmediğinin ve kendi acizliğinin çok açık kanıtıdır. Terör örgütünün başına ‘sayın’, şehitlere ‘kelle’ diyenlerin, 19 Ekim 2009 tarihinde Habur sınır kapısında 34 PKK militanını kahraman gibi karşılayarak, seyyar mahkemeler kurduranların, terörü önlemek yerine yan gelip yatanların yönetimde olduğu ülkemizin önünde bu sıkıntılı günleri aşmak için bir fırsat vardır. İşte bu fırsat, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak halk oylamasında verilecek ‘Hayır’ oyları ile cumhuriyetimize ve geleceğimize sahip çıkacağımız büyük bir fırsattır.

Başbakanın bu ölçüsüz, dayanaksız ve toplumu ayrıştırmaya yönelik söylemleri, sürekli artarak devam etmektedir. Ulusunu, ülkesini ve cumhuriyetini seven siyasi partilerden, basın kuruluşlarından ve demokratik kitle örgütlerinden duyduğu öfkeyle, ne yapacağını bilmez bir halde saldırılarını sürdürmektedir. YARSAV yöneticileri, başbakan hakkında suç duyurusunda bulunulacağını açıklamıştır.

Başbakan, Afyon’da yaptığı konuşmada CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef almış ve SSK Genel Müdürlüğü yaptığı dönemde, kurumun sürekli zarar ettiğini söylemiştir. Başbakan sözlerini şöyle sürdürmüştür: “Ne yaptın sen orada? Kimleri oralara doldurdun? İhale yolsuzlukları ne oldu? Bunların neticesinde SSK hep zarar etti. Sen onların hesabını ver.”

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili bu söylemlerde bulunan başbakan İstanbul Anakent Belediye Başkanlığı yaptığı döneme ilişkin TBMM Başkanlığı’na ulaşan ve dokunulmazlık zırhının kaldırılması istenen fezlekelerde “görevi ihmal, zimmet, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, resmi evrakta ve kayıtlarında sahtecilik ile cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak” suçlamalarının yer aldığını unutmuş gözüküyor. Kendisi hakkında 1994 yılında İstanbul Anakent Belediye Başkanı olmasından, milletvekili seçildiği 2003 yılına kadar geçen sekiz yılda 84 suçlamanın kayıtlara alındığından, bunlardan yalnızca birinden beraat ettiğinden, hakkındaki 20 suçlamadan “Rahşan Ecevit’in affı” ile kurtulduğundan ve diğer 63 suçlamadan ise dokunulmazlık sayesinde şimdilik kurtulduğunu da unutmuş gözüküyor…

Korkunun ecele faydası yoktur; yolsuzluktan beslenenler zamanı gelince bunun hesabını yargı önünde vereceklerdir. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak halk oylamasında ‘evet’ çıkması için çalışanların, yolsuzlukların gizlenemeyeceğini bilmeleri gerekir. Namus ve erdem kavramlarını bilmeden dürüst insanlara çamur atarak, kendi şüphelilerini, kendi kalpazanlarını ve kendi yolsuzluklarını görmek istemeyenler, halk oylamasındaki ‘Hayır’lı oylarla, yolun sonuna geldiklerini anlamışlardır. İşte bu yüzden çırpınmakta ve sağa, sola çamur atmaktadırlar. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, halk oylamasından alacakları ders, deliğe süpürülmeleri için başlangıç olacaktır..
SUAY KARAMAN/İLK KURŞUN

ORDUYLA OYNAYANLAR, ATEŞLE OYNUYORLAR, FARKINDA DEĞİLLER…


AKP’nin hedefinde iki kurum var: Ordu ve yargı. AKP, bu iki kurumu ele geçirip, İslam cumhuriyetinin önündeki engelleri ortadan kaldırmayı düşünmektedir. İktidarı almadan önce de sonra da AKP, bu hedefe kilitlenmişti. Çünkü geçmişte kurulan İslamcı partiler de aynı engellerle karşılaşmışlar ve siyasal yaşamlarını sürdürememişlerdi. Yakın zamana kadar bu kâbusu AKP de yaşamış, bir kez de “kapanma tehlikesi” geçirmişti.

İşte bu nedenlerle o, hükümet olur olmaz, Türkiye’nin temel sorunlarını çözmek yerine, Kemalist düzeni değiştirmek için kolları sıvadı. Ne işsizlik ne de yoksulluk vardı onun ilgi alanında.
Önceleri “takıyye” sistemi ile yani asıl amacını gizleme, örtme yöntemi ile çalıştı ve saman altından su yürüttü. Yavaş yavaş, çaktırmadan, sessizce yol aldı. Arada bir de radikal, sert çıkışlarla nabız yokladı. Ama genellikle ortalarda fazla görünmeden, dikkat çekmeden hedefine ulaşmayı denedi.
Tepkiler güçlü olursa geri adım atıyor, cılız, sessiz olursa yoluna devam ediyordu. En çok da yargı ve ordudan çekiniyordu. Çünkü o yıllarda bu kurumlar, “cumhuriyetin kurumları” olma niteliklerini koruyorlardı ve ortalarda henüz özel görevli savcılar, yargıçlar da yoktu.
Onun için AKP o sıralar öyle fazla “demokrasi, sivil toplum” gösterileri yapıp, “insan hakları savunuculuğu”na soyunmuyordu.” Çünkü yandaş yargıyı ve basını henüz oluşturamamıştı. Mehter takımı gibi yürüyordu: İki adım ileri, bir adım geri…

Ama Türk ordusu hem ABD’nin hem de siyasal İslam’ın en büyük düşmanı, korkulu rüyasıydı. Fethullah Gülen davullarla, zurnalarla, törenlerle Türkiye’ye dönüp, Humeyni gibi yönetime el koyacağı günleri sabırsızlıkla bekliyordu ama karşısına Mustafa Kemal’in Cumhuriyet ordusu çıkıyordu. Amerika ve yerli ortakları Ortadoğu’yu bir Amerikan kıtası yapmak için can atıyordu ama yüce, ulu Türk ordusu sarp dağlar gibi geçit vermiyordu. Ne yapıp edip bu engeli aşmaları gerekiyordu.
Amerikan yönetimi ve CIA ajanları, bu nedenle planlar, programlar yaptılar. Projeler geliştirdiler. Tertipler düzenlediler. Ordunun gücünü kırmak, moralini çökertmek, onu komutansız ve başsız bırakmak için BOP eşbaşkanlarını görevlendirdiler. Yandaş basını oluşturdular.
Yandaş basın durmadan darbe senaryoları ve çete adları ortaya atarak ihbarlarda bulunuyor; subay, sivil demeden tüm ulusalcıları suçluyordu..
Bunun sonucunda “Ergenekon” denilen, tuhaf bir terör örgütü çıktı ortaya. Türkiye’nin hemen hemen tüm kentlerinde üyesi bulunan ama birbirini tanımayan, her meslekten kişilerden oluşan bir çeteydi bu. Darbe yapıp hükümeti alaşağı edecekti. Hazırlanan dosyada yıllar önce emekliye ayrılan, hatta yaşamını yitirmiş komutanlar bile vardı.
Önce sivilleri tutukladılar. Ses çıkmadı kimseden. Kimse karşı koymadı. Çünkü onlar yaşamlarını sürdürüyorlardı ve kendilerine karışan, görüşen yoktu. Başkalarının sorunları onları ilgilendirmiyordu. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyorlardı.
Derken sıra emekli subaylara, ardından muvazzaflara, daha sonra da görev başında olan paşalara, ordu komutanlarına geldi. Şaşkınlık, telaş, korku diz boyuydu ve sessizlik devam ediyordu.
Gencecik teğmenler tutuklanıyordu. Ne ilgilenen ne arayan vardı. Ordu seyirci konumundaydı. Yaşlı başlı generaller günlerce sorgulanıyor, kötü koşullar ve yaşanılan stres karşısında acil servislere kaldırılıyorlardı. Dönüp bakan yoktu.
Bütün bu işler olup biterken muhalefet partileri uykudaydı. Sendikalar, dernekler uykudaydı. Parti başkanları, parti yöneticileri rahat, sakin, olan biteni meclis salonlarından yarım ağızla eleştirmekle yetiniyorlardı, o kadar. Oysa haksızlıklar, hukuksuzluklar arşa yükselmişti ve bu faşist uygulamalar karşısında yer yerinden oynamalı, tüm yurt yüzeyi direniş alanına dönmeliydi.
Duyarsızlıklar, tepkisizlikler karşısında kurbağa, egemen güçler tarafında ılık suya atıldı. Ateşin ısısı azar azar yükseltiliyor, kurbağa, ısınan suyun sıcaklığını duymuyordu bile. Haşlanıyordu ama tehlikenin farkına varamıyordu. Yavaş yavaş ölüme sürükleniyordu.
Devletin düzeni sarsılmıştı bir kez. Taşlar yerinden oynamıştı. Genelkurmay başkanları bile kapalı kapılar arkasında gizli anlaşmalar, sözleşmeler yapıyor, tertiplere karışıyordu.
Bu elverişli koşullar ve ortam karşısında ABD ve ortakları “orduyu dize getirme” konusunda iyice umutlandılar. Recep Tayyip, Obama görüşmeleri YAŞ öncesinde hızlandı. Onlara göre ordu “teslim bayrağı”nı çekmek üzereydi ve artık “son vuruşu” yapmanın zamanı gelmişti. ABD karşıtı bazı komutanların terfilerine engel olunmalı, ordu atamalarında, rütbe belirlemelerinde hükümetin de söz sahibi olduğu YAŞ üyelerinin beynine yerleştirilmeliydi.
Bu amaçla YAŞ’tan birkaç gün önce, 78’i muvazzaf olmak üzere, 102 subay hakkında “yakalama” emri çıkartıldı. YAŞ toplantıları bittikten sonra da “herkesin görevi başında bulunması nedeniyle yakalama koşulları oluşmadığından…” bu karar bozuldu. Sanki bu karar alınırken onlar görev başında değildi de yurt dışında, kaçak yaşıyorlardı. Yani, oyun içinde oyun oynanıyor, bir takım hesaplar yapılıyordu.
Daha önce de bu yolu deneyenler olmuştu. Bir zamanlar Menderes dönemimde de “Battal Gazi Ordusu”, “Omuzları kalabalıklar” gibi sözlerle ordumuz aşağılanmak istenmişti.
Mütareke yıllarında ise saray ve çevresi İngilizlerle işbirliği yapıp orduyu felç etmek için büyük çaba göstermişti.
1918 yılında Mondros Mütarekesi ile ordu lağvedilmiş, elinden tüm teçhizat ve silahları alınmıştı Türk subayları Malta’ya sürgüne gönderilmişti. Geride kalan çok az sayıda subay Mustafa Kemal’le birlikte Anadolu’ya geçip, Kurtuluş Savaşını başlatmıştı. Mustafa Kemal şunları söylüyordu o yıllarda:
“Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lâzımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder. Kuvvet ordudur.
İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için pek tabii olarak evvelâ onu ordudan mahrum etmek çarelerine başvurdular… “
Günümüzde de Mütareke Yıllarında olduğu gibi, iktidar ABD ile işbirliği yaparak, “orduyu felç etmek“ için elinden geleni ardına koymuyor. Hükümet, Türk ordusunu yendi, hizaya soktu…” gibi sözlerle kendi ordusunu yenmekle övünüyor. Var mıdır böyle bir şey? Kim söyleyebilir bu türden sözleri? Türk ordusu ne zamandan beri hükümet tarafından düşman sayılmaktadır?
Dostun da düşmanın da bilmesi gereken şudur: Tarih boyunca Türk ordusu (geçici dönemler hariç) hiçbir zaman yenilmedi. En kötü dönemlerinde bile bağrından mutlaka bir Mustafa Kemal, bir Atila Işık Paşa çıkardı ve onurumuzu kurtardı. Korudu.
Ordumuzun içine düşürüldüğü bugünkü durum da gelip geçicidir. Mutlaka gerçek gücüne, yerine, onuruna ve eskiden olduğu gibi halkın güvenine kavuşacaktır.
Şimdi buradan çok açık ve net olarak sesleniyor ve diyorum ki: Orduyu tertiplerle, hayali senaryolarla yıpratmaya, dize getirmeye, bozguna uğratmaya çalışmak kimseye iyilik getirmez.”
“Orduyla oynayanlar, ateşle oynadıklarının bir gün farkına varacaklardır… Öncekiler gibi onların da sonu hüsran olacaktır…
ALİ ERALP/ali-eralp@hotmail.com
İLK KURŞUN

28 Temmuz 2010 Çarşamba

ZAMAN DARALIYOR!... Banu AVAR


Güneydoğu ateş altındayken, Hatay ve İnegöl kaynamaya başladı. Şırnak’ta Devlet adamları sokakta yürüyemiyor! Bu ateşin yayılması uzun zamandır planlanmaktaydı…

Yazmıştım, küresel güçler, kolay kolay pes etmeyen milletleri ‘yola getirmek’ için bölgesel savaşların ateşini yakarlar.. CIA istasyon şefi Paul Henze açıkça söylemişti:

“…. temel bir düzenlemenin (federasyonlaştırmanın) yapılabilmesi için 20. yüzyılın sonunda Türkiye’nin içine sürüklendiği bunalımın daha (da) kötüleşmesi gerekecektir.’(Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında)

İşte bunalım giderek arşa tırmanıyor. Bakın işsizlikten, açlıktan yokluk ve yoksulluktan, satılan fabrikalardan bahseden kaldı mı? Gündem giderek sertleşiyor. Bu ‘iç savaş’ gündemidir. Açın Yugoslavya örneğini okuyun. Aynen böyle başlamıştır.

Perkins şablonu yazmıştı…
John Perkins’i okudunuz mu? Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları adlı kitabın yazarı.

Küresel sermayenin/çetenin Yugoslavya’da ve dünyanın birçok ülkesinde nasıl bir senaryoyla hareket ettiğini ana başlıklarıyla anlatır. İnternetteki bir söyleşisinde dünyayı ele geçirmeyi hedefleyen küresel sermayenin şablonunu şöyle özetlemişti.

İşte, Türkiye’nin 1947 sonrası tarihi.

‘Biz ekonomik tetikçiler,önce doğal kaynakları zengin , stratejik konumları önemli ülkeleri tespit ederiz. O ülkeye Dünya Bankası ya da kardeş kurumlardan bir kredi ayarlarız. Ayarlanan kredi asla o ülkenin hazinesine gitmez. O ülkede ‘proje’ yapan bizim şirketlerimizin kasasına girer.

Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar yapılır.. Bizim şirketlerimiz kazanır .. O ülkedeki birileri de nemalandırılır. . Toplum bu düzenekten hiçbir şey kazanmaz. Ama ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük bir borçtur ki ödenmesi imkansızdır. Plan böyle işler..

Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider onlara deriz ki: ‘Bize büyük borcunuz var. Ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü satın, doğal gazı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin! Askerlerinizi birliklerimize destek olmaları için savaştığımız bölgelere gönderin, Birleşmiş Milletler’de bizim için oy verin!. Elektrik, su, kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! Onları Amerikan şirketlerine ya da diğer çok uluslu şirketlere satın!

Sosyal hizmetleri, teknik sistemleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemleri ele geçiririz Bu, ikili üçlü dörtlü bir darbeler serisidir.’


İşgal Ordularına çağrı başladı!

Bir ülkenin ekonomisi tamamen ele geçirildikten sonra, tüm temel organları yavaşça ele geçirilir. Devleti devlet yapan kurumlar paramparça edilir. Siyasetine, ordusuna, polisine, yargısına, eğitim sağlık sistemlerine sızılır. Ülke felç edilir.

Eşzamanlı olarak etnik ve dini gruplar kışkırtılır. Açlığın işsizliğin kol gezdiği ülkeler, yabancı ajanlar için münbit topraklardır.

Ülkenin siyasileri Beyaz Saraya , genel kurmayı NATO’ya, ekonomisi Dünya bankasına, üniversiteleri Erasmus’a bağlanır. Medyası bağlı olunan kurumlar için çalışır!

Feodal ağalardan uyuşturucu baronları yaratılır. Milli dokular bozulur, millet içine ‘halkların özgürlüğü’ tohumlanır, ‘kendi kaderini tayin hakkı’ isteyen halklar, ne hikmetse hep petrol bölgelerinde ortalığı kasıp kavurur. Para ganidir. Destek de öyle..

Belediyeler sanki artık o ülkenin değil, Avrupa’nın Amerika’nın belediyeleridir. Küresel hükümete bağlı çalışırlar.

Arkalarında dağ gibi emperyalizm vardır.

İsrail ve ABD istihbaratı yardımcılarıdır. Terör örgütü ordularıdır. Televizyonlar taraftarlarıdır…

Ortalık kan gölüne dönünce, Beyaz Saray’a kalın iplerle bağlı siyasiler, ‘NATO gelsin!, BM Barış Gücü nerde?’ diye bağıracaklardır..

Sözüm ona muhalefet, ‘TSK, Türkiye Cumhuriyetini koruyup kollama görevinden istifa etsin!’ diye ortaya çıkacaktır.

Saygın Atatürkçü sivil toplum örgütleri, emperyalizmin Anayasası oylanırken ‘Biz tarafsızız! Ses çıkaramayız!’ buyuracaktır.

Bir PLATFORM farzdır!

Ülkede ayık, sesi çıkan, önde gelen kanaat önderleri, , komutanlar, gazeteciler içeri tıkılmıştır, susturulmuşlardır. Ordu alenen tasfiye edilmektedir. Hukuk guguk olmuştur!

Sadece kendi için değil, tüm mazlum milletler için yepyeni bir tarih yazmış olan bir millet, ordusunun bir sırtlan sürüsünün saldırısına uğradığını acıyla görüyor. En üst düzey NATO paşalarının Beyaz Saray siyasileri ile elele verişlerini izliyor.

Henze’nin dediği gibi, ‘bunalım koyulaştıkça’, sokak çatışmaları artacak, güvenlik güçleri kan kaybedecek, yapayalnız, çaresiz, işsiz aşsız bırakılmış halk galeyana gelecektir.

Tarih, içinden geçtiğimiz bugünleri Türkiye’ye yapılan emperyalist bir SİVİL DARBE olarak kaydedecektir.

Hatay’da Şırnak’da ,İnegöl’de CIA ve Mossad, plan gereği, denemeler yapıyorlar. Türkiye’nin Batı, Doğu ve Güneyinde yapılan bu iç savaş testi, ülke genelinde uygulamaya sokulmak istenecek, sonraki ilk durak Karadeniz kentleri olacaktır

Kimin Türkiye tarafında, kimin başka ülkeler tarafında olduğunun ayan beyan ortaya çıktığı, bir süreçten geçiyoruz. Milli güçler ve milli irade er ya da geç elele verecektir!

Detaylar kaybolacak, ‘can havli’ devreye girecektir.

Başka ülkelerin işgali altında yaşamak istemeyen HERKES, başta samimi dindar, solcu, Türkçü kanaat önderleri acilen bir araya gelmeli, konferanslar, kongreler, düzenlemelidir. Bunlar, parti tabelaları altında değil, her kentte bağımsız platformlarda yapılmalıdır. Ve bu faaliyet, referandum için olduğu kadar, onun çok daha ötesinde, çok daha geniş bir gelecek düşüncesiyle planlanmalıdır.

Banu Avar
banuavar@superonline.com
İLK KURŞUN

14 Temmuz 2010 Çarşamba

‘KUZUM MUSTAFA! SEN DELİ MİSİN!’

‘Evet’çiler, ABD ve AB ekseninde Türkiye’yi bölecek sürece destek verecekler!
Duymuşsunuzdur, ABD büyükelçisi ve AB organları, ‘Türkiye ‘EVET’ demeli!’ reklamı yaparak şehir şehir gezmekteler!

Boykotçular, BDP ve bölücüler.. Bence referandumun gerçekten ‘boykot’ edilme ihtimaline karşı, Batıdan aldıkları ‘taktik’ gereği, bu kararla ortaya çıktılar!

‘Hayır’ diyenler, bu ülkede, ne iktidarda ne muhalefette halkın yanında bir lider olmadığını gören, ama Türkiye’nin boğazına geçirilmiş yağlı ipin, yılansı kayganlığını bedeninde hissedenler..

Herşeyin farkında olanlar, biliyorlar ki, bu referandumdan ‘Evet’ çıkarsa Türkiye’nin önüne zifiri bir dehliz daha çıkar. ‘Hayır’ çıkarsa, başbakanın işaret ettiği gibi bir ‘erken seçim’ olasılığı var.

Bir ‘erken seçim’, Türk halkına derlenip toparlanmak, dayatılanlar dışında başka seçeneklere yoğunlaşmak, kendine güvenmek, biraraya gelmek, güneydoğuda oynanan büyük oyuna ‘DUR’ demek için bir ZAMAN sunacak.

Küresel sermaye, ihtimal hesaplarını çoktan yaptı. CHP’yi, Saadet partisini –muhtemelen yakında MHP’yi– AKP’ye baston yapacak şekilde yapısal değişikliklere zorluyor. Buna rağmen, AKP ile yola devamın, mümkün olamayacağı ihtimali karşısında, koalisyon haritalarını da masaya koyuyor.

Erdoğan’ı ‘siyasi açılım’a itiyor, muhtemel ortaklarla şimdiden tokalaşma ‘tavsiyesinde bulunuyor. .
Bakalım, Türk halkı mucizevi sağduyusu ve zamanlamasıyla, tüm bu oyunların hakkından bir kez daha gelecek mi?

Ben tarihin Türk halkından yana olduğunu biliyorum… Hatırlayın, 1919’da, umutsuz, çöken bir imparatorlukta, yazar Refik Halit Karay, direnen güçlere ve Mustafa Kemal’e hitaben ne demişti:
‘Anadolu’da bir patırtı bir gürültü, kongreler, beyannameler filan..
Sanki birşey yapabilecekler…Blöf yapmanın sırası mı şimdi?
Hangi teşkilatın ne gücün var!… Bu ne hayal!!
Kuzum Mustafa sen deli misin!’

O MUSTAFA, AKLIN VE BİLİMİN IŞIĞINDA, NE ‘DELİ’ NE ‘ÇILGIN’ OLMADIĞINI, HALKIYLA İSPATLAMIŞTI!

Banu AVAR
banuavar@superonline.com
www.banuavar.com.tr
İLK KURŞUN

12 Temmuz 2010 Pazartesi

İKTİDARIN VALİLERİ


ABD’nin himayesi altında bulunan Fethullah Gülen’in onursal başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nca düzenlenen F-tipi Abant Platformu’nun Haziran 2010 tarihindeki “Vesayet ve Demokrasi” adlı toplantısına katılan Kırklareli Valisi Cengiz Aydoğdu, “Merkeziyetçilik Aracı Olarak İdari Vesayet” başlığıyla bir konuşma yapmıştır. Çok tartışılan bu konuşmada vali şu görüşlerini iletmiştir: “DP’nin 1950’de iktidara geldiğinde CHP’yi kapatıp, İnönü’yü de tarihteki huzurlu yere göndermemiş olması en büyük talihsizliktir. Türkiye 1920’li yıllarda hafızasını kaybetti. 1684’de kilise bir bildiri yayınlamış. Biz İngiltere’ye gittiğimizde bu bildiriyi okuduğumuzda anladık. Ama Merzifonlu Karamustafa Paşa’nın Viyana’dan merkeze gönderdiği raporu aramızda kaç kişi okuyabilir, okuyabilse kaç kişi anlayabilir?”
Vali Cengiz Aydoğdu, Artvin Valisi olduğu dönemde, 2006 yılında turizmin Müslüman-Türk kültürünü bozacağını savunmuştu. Yaptığı açıklama şöyleydi: “Allah Artvin’i turizmden korusun. Müslüman Türk kültürünün yaşandığı bir tek yaylalar kaldı. Orayı da mı turizme açalım? Şayet turizmden kazandığımızı, kaybettiklerimizle kıyaslarsak, kaybettiğimiz çok fazladır.”

Elazığ Valisi Muammer Erol, 12 Şubat 2010 tarihinde Elazığ Genç İşadamları Derneği tarafından düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmada, “Amerika Devlet Başkanı’nın karşısında bir milyon için hazır duran bir başbakan istemiyorum. Ben ‘one minute’ diyen bir başbakan istiyorum. Dünyanın, bu milletin Osmanlı döneminde yaşadığı ve yaşattığı güzellikleri bir kez daha yaşamaya ihtiyacı var. Müftü Bey toplantıda yok. Ben de ortalığı boş buldum; biraz yeşil gidiyoruz” sözleriyle siyasi içerikli bir konuşma yapmıştı.

7 Ağustos 2009 tarihinde Ordu ilindeki camilerin tuvaletlerindeki pisuvarların, ‘hijyen ve dinen’ uygun olmadığı öne sürülerek, Ordu Valisi Ali Kaban tarafından kaldırılması için emir verildi. Ordu Valisi Ali Kaban pisuvarlar için: “Bu bizim itikadımıza ters” yorumunda bulunmuştu. 2 Ağustos 2009 tarihinde yaptığı bir konuşmada çağdaş uygarlıktan, ‘saçma’ diye söz eden Ordu Valisi Ali Kaban, 2005 ile 2007 yılları arasında Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olan Abdullah Gül’ün ulusal güvenlik danışmanı olarak görev yapmıştı.

F-tipi Abant Platformu’nun, Haziran 2009 tarihindeki “Demokratikleşme: 12 Eylül’den AB’ye Siyasi Partiler” konulu toplantısında açılış konuşmasını yapan Bolu Valisi Halil İbrahim Akpınar askerler için; “halkın iradesine karşı plan yapmaktan ne usanıyorlar ne de utanıyorlar.” derken hükümetten hiçbir kişi tepki vermemişti.

29 Mart 2009 yerel seçimleri öncesinde Tunceli ve ilçelerinde elektrik ve su olmayan yerleşim yerlerine, iktidar partisince buzdolabı, çamaşır makinesi gibi beyaz eşyalar ve mobilyalar dağıtılmıştır. Yüksek Seçim Kurulu’nun, bu yapılanların seçmen oylarını etkilemeye yönelik ve anayasadaki seçimlerin eşitlik ilkesine aykırı olduğunu belirtmesine karşın, dağıtım işlerini bizzat kendisi yapan Tunceli Valisi Mustafa Yaman için, başbakan övgüler düzmüştür. Vali Mustafa Yaman, seçimin düzenine ve dürüstlüğüne ilişkin YSK kararlarını uygulamakta duyarsızlık göstermekten, Yargıtay tarafından 7 ay 15 gün hapis ile memuriyetten men cezasına çarptırılmış ancak cezası ertelenmiştir. Ayrıca 5 milyon TL değerindeki beyaz eşya ihalesinde usulsüzlük yapıldığı iddiasıyla, Vali Yaman’ın yargılanmasına devam edilmektedir. Vali Yaman, şimdi Giresun Valisi olarak görev yapmaktadır.

24 Aralık 2007 tarihinde yaptığı konuşmada başbakan, valilerin ve kaymakamların kamyonun şoför mahalline oturarak kömür dağıtmasını ve bu dağıtımın sonucunda da Türkiye’nin uçacağını söylemişti. Vali ve kaymakamlar bulundukları yerlerin mülki amiridirler, devletin temsilcisidirler. Görevleri arasında kapı kapı dolaşarak kömür dağıtmak yoktur. Ancak İktidar partisi ülkeyi ele geçirmek için, her türlü yola başvurmaktadır. Elazığ Valisi Muammer Muşmal da, başbakanını dinleyerek, gereğini yerine getirmiştir.

Yukarıda sıralanan bu örnekler basına yansıyanlardır. Bunun gibi daha nice örnek olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Son sekiz yıldır AKP iktidarıyla birlikte, bu zamana kadar görmediğimiz, alışmadığımız ve yaşamadığımız şaşırtıcı bir çok olayın tanığı oluyoruz. AKP iktidarı dönemindeki kadar, toplumun birçok değer yargısının deforme olduğu ve alt üst edildiği bir dönem yaşanmadı. Cumhuriyet rejiminin geleceğini tehlikeye sokarak, ülkemizin İslam devletine dönüşmesi için, açık açık eylemlerde bulunulmaktadır..

AKP iktidarı, valileri, kaymakamları ve devletin diğer bürokratik kadrolarını siyasallaştırmaktadır. Bu siyasallaşma sonucunda, devlet sorumluluğuyla ve ciddiyetiyle bağdaşmayan kadrolardan yanlış demeç duymak ve yanlış uygulama görmek şaşırtıcı gelmemektedir. Böyleleri hakkında göstermelik olarak soruşturma açılmaktadır ancak ciddi anlamda hesap sorulmamaktadır.

Vali, bulunduğu kentte devlet adamı niteliğinde, tarafsız, saygın bir kişiliği temsil etmek zorundadır. Bir vali haddini aşan sözler söylüyorsa ve uygulamalarda bulunuyorsa, o vali açık açık iktidarın valisi olur ve artık devletin valisi sayılamaz..

Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, kendi ülkesinin ordusuna düşmandır, yargısının verdiği kararlara tepkilidir, hangi koşulda olursa olsun her istediğini yapmak için uğraşmaktadır. Hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmakta ve siyasi iktidara karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturmaktadır. Bu şartlar bir sivil darbe oluşumudur. Bu sivil darbeden kurtulmak için öncelikle halk oylamasında verilecek hayır oyları çok önemlidir. Ardından yapılacak bir seçimle, ortaçağ karanlığından kurtulup, aydınlık günlere doğru yol alınacaktır…

SUAY KARAMAN, İLK KURŞUN GAZETESİ

7 Temmuz 2010 Çarşamba

ÇOCUKLARIMIZ VE UÇKURLU ÇÖZÜMLER.....

Terör can almaya devam ediyor

Gencecik subaylarımız, astsubaylarımız, Mehmetçiklerimiz hayata doyamadan göçüp gidiyorlar.
Ulusça kahroluyoruz.

Analar, babalar, eşler, yavrular, sevgililer ağlıyor.

Yurdunu, ulusunu seven Türk insanı, onca acısını içine atıp “VATAN SAĞOLSUN” demekten geri kalmıyor.

Böyle bir ulusu kim dize getirebilir?

Kendini yurduna adamış subay-astsubaylar ile her yıl dört kez genç arslan parçaları ile tazelenen bu

kahramanlar ordusunu kim vatan savunmasından caydırabilir.

Böyle bir ordu ve ulusu yönettiğinin ayırdında olmayan siyasi iradeye karşın ordu -millet el ele namus mücadelesini devam ettiriyor.

Çok seyrek de olsa, “Millet TSK ‘lerine evladını teslim ediyor, TSK bu gençlerin hayatını koruyamıyor” şeklinde yakınmalar duyuyorum. Bu söz üzerinde durulması gerektiği düşüncesindeyim.

Bu söz iyi niyetle söylendiği gibi art niyetlilerce de kullanılmaktadır.

Aileler evlatlarını yetiştirir. Belirli bir yaşa gelince de askerlik hak ve ödevini yerine getirmek üzere askere yollarlar.

TSK ‘ne katılan her Türk genci, ordunun bir parçasıdır.

TSK onlardan soyutlanmış bir yapı değildir.

O hak ve ödevin temelinde, vatan için öldürmek ve gerektiğinde ölmek vardır.

TSK silah altına alınan ve asker olan gençleri korumak için değil vatan ve ulusu korumak için vardır.

O koruma görevini yapacakların bir ve büyük bölümünü de işte o genç evlatlarımız oluşturmaktadır.

Onlar , silahlı eğitimi aldıktan sonra korunacak değil koruyacaklar saflarına geçmektedir.

Elbette, hiç bir gencin kılına zarar gelmesini kimse istemez. Özellikle de onların en yakını olan komutanları.

Komutan için; her genç, öz evlat, canından bir parçadır.

Öz ana -baba kadar olmasa da hem ana hem babadır komutan.

“Evlatlarımızı korumuyor” dendiğinde, “Evladını korumuyor” denmektedir, komutana.

Doğru olur mu? Kabul edilebilir mi?

Diğer yanıltıcı bir söylem de hiç eğitim almadan veya yetersiz eğitimle gençlerin ateş hattına sürüldüğüdür.

Her genç mutlaka temel eğitim almaktadır.

Terörle mücadelede görev alacak geçlere, seçilmiş eğitim merkezlerinde özel eğitim verilmektedir.

Terör bölgesine gittiklerinde de bölgenin ve birliğin özelliğine göre en az bir ay olmak üzere ilave oryantasyon eğitimi verilmektedir.

Bütün bunların yüzde yüz yeterli olduğunu söylemeyiz..

Şurası da unutulmamalı ki, ne kadar eğitim verirseniz azdır. Eğitim hayat boyunca devam edecektir. Her operasyon, her çatışma, yaşanan her olay da eğitimdir.

Teröristlerin bir kısmı 5-10 yıllık deneyime ulaşmışken, bizim askerimiz en deneyimli haline geldiğinde 1.5 yıllıktır.

Bu farkın yarattığı olumsuzluğu gidermek için de komando ve uzman personel artışına gidilmiştir ve artırıma devam edilmektedir.

Biz ulusça terörün olumsuzlukları ile cebelleşirken bazı aklı-evvel muhteremler de dahiyane (!) çözümler atmakta ortaya.

Rize Belediye Başkanı da öyle.

Çözümü uçkurda bulanlardan.

Her batılı erkek doğudan bir kadını kuma olarak getirirse, hısımlığımız artacak, husumet azalacak ve 30 yıl sonunda terör bitecek.

Dünyaya uçkurunun ucundan bakan bu insanlardan ne beklenir?

Her şeyi, her olayı; erkeğin kadına egemenliğine, kadının mal olarak kullanılmasına yontan bu gerici-feodal düşünce yapısının çözümü başka ne olabilir ki?

Meclis eski başkanı Arınç ne demişti?

“Bizimkiler kadına ve paraya düşkündür”

Kim onlarınkiler?

Din eksenli siyasetin mimarları ve işçileri.

Başka neye düşkün olacaklar ki? Geriye ne kalıyor?

Erkeğe düşkün sapkınlar da var içlerinde ama dillendiremezler.

Başbakan da ikide bir” EN AZ ÜÇ ÇOCUK YAPIN!” demiyor mu?

Geleceğimizin güvencesinin çok çocuk yapmaktan geçtiğini vurgulamıyor mu, ikide bir?

Balık baştan kokar ya. Geçenlerde katıldığım bir düğünde nikah şahitliği yapan Milli Savunma Bakanı Gönül de, “NİCE NİCE ÇOCUKLAR YETİŞTİRİN ÜLKEYE” diyerek aynı kervanın yolcusu olduğunu gösterdi. Neyse ki bakan “yetiştirmek” fiilini kullanarak diğerlerinden bir adım ilerde olduğunu hissettirdi.

Onlara göre, çocuk yetiştirmek sorun değildir çünkü. Çocuğu da rızkını da Allah verir nasıl olsa. Sen çocuğu yap, gerisi kolay. Remzi amcası olur yurt dışında bile okutur. Harçlığa sıkıştı mı bir telefon yeter. Tatile gitti mi Rixsos’larda kalır. Belediyeden, partiden amcaları ile ortak şirketler kurarlar. Gerekirse özel yasalarla teşvikler alırlar.

Bu densiz belediye başkanına doğulu insanlardan önce tüm kadınlarımızın tepki göstermesi gerekmez mi?

Nerde ” türban özgürlüktür” diye yırtınan, üniversite önlerinde kamp kuranlar?

Kadın hakları ve özgürlükten yana olanlar ikinci sınıf olmaya, alınıp-satılan mal olmaya neden tepki göstermezler?

Yoksa, kadınlarımız da her çözümün uçkurdan geçtiğine mi inanıyorlar ?

Eminim ki, aydın Türk kadını bu zihniyeti köreltecektir.

Aydın Türk anasının yetiştirdiği nesiller, Türkiye’yi bu karanlık düşüncelerden arındıracaktır.Her insan sadece insan olduğunu, önce insan olduğunu duyumsayarak yaşayacaktır.

Türk kadını da Türk erkeği de onurlu insanlar olarak yaşamaya layıktır.

Naci BEŞTEPE