16 Ağustos 2010 Pazartesi


10 Ağustos 2010 Salı

NAMUS VE ERDEM

12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak halk oylaması için, süreç gittikçe kızışmaya başladı. Bazı soldan dönmelerin ‘evet’ demesi, siyasi iktidarı sevindirmektedir. Tüm Öğretim Elemanları Derneği’nin adı bile unutulan eski genel başkanının, şeriatçı Vakit Gazetesi’ndeki “Namuslu olun, evet deyin” şeklindeki açıklaması, namus kavramının hangi çıkarlar uğruna namussuzluğa dönüştüğünün açıklanması açısından önemlidir. Aynı gazetenin haberine göre, 12 Eylül 1980 öncesinin ünlü Fatsa Belediye Başkanı Fikri Sönmez’in oğlunun da, ‘evet’ kampanyasına katılması düşündürücüdür. Bu durumda Naci Sönmez’in, babası terzi Fikri’nin fikirlerini anlamadığı ve yararlanamadığı anlaşılmaktadır.
CHP eski Genel Başkan Yardımcısı Ankara Milletvekili Eşref Erdem, yapılacak halkoylaması için Sabah Gazetesi’ndeki röportajında “Demokratlar evet demeli” diyerek, soyadı erdemli bir politikacı örneği sunmuştur. Eşref Erdem, Kasım 2007 tarihinde “CHP’nin soldan uzaklaştığını” söylemiş ve genel başkan yardımcılığından istifa ederek, erdemli bir tavır sergilemişti! Bu olay için Sayın Erdem’e “Günaydın” diyerek, Cumhuriyet Gazetesi’nde 27 Kasım 2007 tarihinde yazdığım “Günaydın” adlı makaleyi, kendisine sunmuştum. 35 yıllık CHP’li politikacı Eşref Erdem demokrat gözükmek adına, AKP’nin diktatörlük kurmak için yaptığı sahte demokratlık çabalarını görmezden geliyor. 12 Eylül ürünü olan ve özgürlükleri kısıtlayan 1982 Anayasası’nın bile daha gerisine düşen AKP Anayasa paketinin desteklenmesini istiyor. Son sekiz yıldır siyasi iktidarın özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik eylemlerini yok sayarak, AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştirdiğini söylemek, herkese kısmet olmayan bir söylem olsa gerek…

Başbakan soldan dönmelerin bu tavırlarını görünce, Hatay’da yaptığı konuşmada şunları söyledi; “CHP, MHP, BDP, bir kısım medya, YARSAV, terör örgütü hepsi bir araya toplanmışlar. Kime karşı, milletin anayasasına evet diyenlere karşı”. Bir başbakanın kendisine karşı fikirleri yok sayması ve fikir sahiplerine karşı iftira atarak, aşağılama yetkisi ve hakkı yoktur. Bir başbakanın siyasi partileri, basın kuruluşlarını, demokratik kitle örgütlerini terör örgütü ile birlikte göstermesi, demokrasinin farklı görüşler rejimi olduğunu bilmediğinin ve kendi acizliğinin çok açık kanıtıdır. Terör örgütünün başına ‘sayın’, şehitlere ‘kelle’ diyenlerin, 19 Ekim 2009 tarihinde Habur sınır kapısında 34 PKK militanını kahraman gibi karşılayarak, seyyar mahkemeler kurduranların, terörü önlemek yerine yan gelip yatanların yönetimde olduğu ülkemizin önünde bu sıkıntılı günleri aşmak için bir fırsat vardır. İşte bu fırsat, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak halk oylamasında verilecek ‘Hayır’ oyları ile cumhuriyetimize ve geleceğimize sahip çıkacağımız büyük bir fırsattır.

Başbakanın bu ölçüsüz, dayanaksız ve toplumu ayrıştırmaya yönelik söylemleri, sürekli artarak devam etmektedir. Ulusunu, ülkesini ve cumhuriyetini seven siyasi partilerden, basın kuruluşlarından ve demokratik kitle örgütlerinden duyduğu öfkeyle, ne yapacağını bilmez bir halde saldırılarını sürdürmektedir. YARSAV yöneticileri, başbakan hakkında suç duyurusunda bulunulacağını açıklamıştır.

Başbakan, Afyon’da yaptığı konuşmada CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef almış ve SSK Genel Müdürlüğü yaptığı dönemde, kurumun sürekli zarar ettiğini söylemiştir. Başbakan sözlerini şöyle sürdürmüştür: “Ne yaptın sen orada? Kimleri oralara doldurdun? İhale yolsuzlukları ne oldu? Bunların neticesinde SSK hep zarar etti. Sen onların hesabını ver.”

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili bu söylemlerde bulunan başbakan İstanbul Anakent Belediye Başkanlığı yaptığı döneme ilişkin TBMM Başkanlığı’na ulaşan ve dokunulmazlık zırhının kaldırılması istenen fezlekelerde “görevi ihmal, zimmet, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, resmi evrakta ve kayıtlarında sahtecilik ile cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak” suçlamalarının yer aldığını unutmuş gözüküyor. Kendisi hakkında 1994 yılında İstanbul Anakent Belediye Başkanı olmasından, milletvekili seçildiği 2003 yılına kadar geçen sekiz yılda 84 suçlamanın kayıtlara alındığından, bunlardan yalnızca birinden beraat ettiğinden, hakkındaki 20 suçlamadan “Rahşan Ecevit’in affı” ile kurtulduğundan ve diğer 63 suçlamadan ise dokunulmazlık sayesinde şimdilik kurtulduğunu da unutmuş gözüküyor…

Korkunun ecele faydası yoktur; yolsuzluktan beslenenler zamanı gelince bunun hesabını yargı önünde vereceklerdir. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılacak halk oylamasında ‘evet’ çıkması için çalışanların, yolsuzlukların gizlenemeyeceğini bilmeleri gerekir. Namus ve erdem kavramlarını bilmeden dürüst insanlara çamur atarak, kendi şüphelilerini, kendi kalpazanlarını ve kendi yolsuzluklarını görmek istemeyenler, halk oylamasındaki ‘Hayır’lı oylarla, yolun sonuna geldiklerini anlamışlardır. İşte bu yüzden çırpınmakta ve sağa, sola çamur atmaktadırlar. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, halk oylamasından alacakları ders, deliğe süpürülmeleri için başlangıç olacaktır..
SUAY KARAMAN/İLK KURŞUN

ORDUYLA OYNAYANLAR, ATEŞLE OYNUYORLAR, FARKINDA DEĞİLLER…


AKP’nin hedefinde iki kurum var: Ordu ve yargı. AKP, bu iki kurumu ele geçirip, İslam cumhuriyetinin önündeki engelleri ortadan kaldırmayı düşünmektedir. İktidarı almadan önce de sonra da AKP, bu hedefe kilitlenmişti. Çünkü geçmişte kurulan İslamcı partiler de aynı engellerle karşılaşmışlar ve siyasal yaşamlarını sürdürememişlerdi. Yakın zamana kadar bu kâbusu AKP de yaşamış, bir kez de “kapanma tehlikesi” geçirmişti.

İşte bu nedenlerle o, hükümet olur olmaz, Türkiye’nin temel sorunlarını çözmek yerine, Kemalist düzeni değiştirmek için kolları sıvadı. Ne işsizlik ne de yoksulluk vardı onun ilgi alanında.
Önceleri “takıyye” sistemi ile yani asıl amacını gizleme, örtme yöntemi ile çalıştı ve saman altından su yürüttü. Yavaş yavaş, çaktırmadan, sessizce yol aldı. Arada bir de radikal, sert çıkışlarla nabız yokladı. Ama genellikle ortalarda fazla görünmeden, dikkat çekmeden hedefine ulaşmayı denedi.
Tepkiler güçlü olursa geri adım atıyor, cılız, sessiz olursa yoluna devam ediyordu. En çok da yargı ve ordudan çekiniyordu. Çünkü o yıllarda bu kurumlar, “cumhuriyetin kurumları” olma niteliklerini koruyorlardı ve ortalarda henüz özel görevli savcılar, yargıçlar da yoktu.
Onun için AKP o sıralar öyle fazla “demokrasi, sivil toplum” gösterileri yapıp, “insan hakları savunuculuğu”na soyunmuyordu.” Çünkü yandaş yargıyı ve basını henüz oluşturamamıştı. Mehter takımı gibi yürüyordu: İki adım ileri, bir adım geri…

Ama Türk ordusu hem ABD’nin hem de siyasal İslam’ın en büyük düşmanı, korkulu rüyasıydı. Fethullah Gülen davullarla, zurnalarla, törenlerle Türkiye’ye dönüp, Humeyni gibi yönetime el koyacağı günleri sabırsızlıkla bekliyordu ama karşısına Mustafa Kemal’in Cumhuriyet ordusu çıkıyordu. Amerika ve yerli ortakları Ortadoğu’yu bir Amerikan kıtası yapmak için can atıyordu ama yüce, ulu Türk ordusu sarp dağlar gibi geçit vermiyordu. Ne yapıp edip bu engeli aşmaları gerekiyordu.
Amerikan yönetimi ve CIA ajanları, bu nedenle planlar, programlar yaptılar. Projeler geliştirdiler. Tertipler düzenlediler. Ordunun gücünü kırmak, moralini çökertmek, onu komutansız ve başsız bırakmak için BOP eşbaşkanlarını görevlendirdiler. Yandaş basını oluşturdular.
Yandaş basın durmadan darbe senaryoları ve çete adları ortaya atarak ihbarlarda bulunuyor; subay, sivil demeden tüm ulusalcıları suçluyordu..
Bunun sonucunda “Ergenekon” denilen, tuhaf bir terör örgütü çıktı ortaya. Türkiye’nin hemen hemen tüm kentlerinde üyesi bulunan ama birbirini tanımayan, her meslekten kişilerden oluşan bir çeteydi bu. Darbe yapıp hükümeti alaşağı edecekti. Hazırlanan dosyada yıllar önce emekliye ayrılan, hatta yaşamını yitirmiş komutanlar bile vardı.
Önce sivilleri tutukladılar. Ses çıkmadı kimseden. Kimse karşı koymadı. Çünkü onlar yaşamlarını sürdürüyorlardı ve kendilerine karışan, görüşen yoktu. Başkalarının sorunları onları ilgilendirmiyordu. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyorlardı.
Derken sıra emekli subaylara, ardından muvazzaflara, daha sonra da görev başında olan paşalara, ordu komutanlarına geldi. Şaşkınlık, telaş, korku diz boyuydu ve sessizlik devam ediyordu.
Gencecik teğmenler tutuklanıyordu. Ne ilgilenen ne arayan vardı. Ordu seyirci konumundaydı. Yaşlı başlı generaller günlerce sorgulanıyor, kötü koşullar ve yaşanılan stres karşısında acil servislere kaldırılıyorlardı. Dönüp bakan yoktu.
Bütün bu işler olup biterken muhalefet partileri uykudaydı. Sendikalar, dernekler uykudaydı. Parti başkanları, parti yöneticileri rahat, sakin, olan biteni meclis salonlarından yarım ağızla eleştirmekle yetiniyorlardı, o kadar. Oysa haksızlıklar, hukuksuzluklar arşa yükselmişti ve bu faşist uygulamalar karşısında yer yerinden oynamalı, tüm yurt yüzeyi direniş alanına dönmeliydi.
Duyarsızlıklar, tepkisizlikler karşısında kurbağa, egemen güçler tarafında ılık suya atıldı. Ateşin ısısı azar azar yükseltiliyor, kurbağa, ısınan suyun sıcaklığını duymuyordu bile. Haşlanıyordu ama tehlikenin farkına varamıyordu. Yavaş yavaş ölüme sürükleniyordu.
Devletin düzeni sarsılmıştı bir kez. Taşlar yerinden oynamıştı. Genelkurmay başkanları bile kapalı kapılar arkasında gizli anlaşmalar, sözleşmeler yapıyor, tertiplere karışıyordu.
Bu elverişli koşullar ve ortam karşısında ABD ve ortakları “orduyu dize getirme” konusunda iyice umutlandılar. Recep Tayyip, Obama görüşmeleri YAŞ öncesinde hızlandı. Onlara göre ordu “teslim bayrağı”nı çekmek üzereydi ve artık “son vuruşu” yapmanın zamanı gelmişti. ABD karşıtı bazı komutanların terfilerine engel olunmalı, ordu atamalarında, rütbe belirlemelerinde hükümetin de söz sahibi olduğu YAŞ üyelerinin beynine yerleştirilmeliydi.
Bu amaçla YAŞ’tan birkaç gün önce, 78’i muvazzaf olmak üzere, 102 subay hakkında “yakalama” emri çıkartıldı. YAŞ toplantıları bittikten sonra da “herkesin görevi başında bulunması nedeniyle yakalama koşulları oluşmadığından…” bu karar bozuldu. Sanki bu karar alınırken onlar görev başında değildi de yurt dışında, kaçak yaşıyorlardı. Yani, oyun içinde oyun oynanıyor, bir takım hesaplar yapılıyordu.
Daha önce de bu yolu deneyenler olmuştu. Bir zamanlar Menderes dönemimde de “Battal Gazi Ordusu”, “Omuzları kalabalıklar” gibi sözlerle ordumuz aşağılanmak istenmişti.
Mütareke yıllarında ise saray ve çevresi İngilizlerle işbirliği yapıp orduyu felç etmek için büyük çaba göstermişti.
1918 yılında Mondros Mütarekesi ile ordu lağvedilmiş, elinden tüm teçhizat ve silahları alınmıştı Türk subayları Malta’ya sürgüne gönderilmişti. Geride kalan çok az sayıda subay Mustafa Kemal’le birlikte Anadolu’ya geçip, Kurtuluş Savaşını başlatmıştı. Mustafa Kemal şunları söylüyordu o yıllarda:
“Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lâzımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder. Kuvvet ordudur.
İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için pek tabii olarak evvelâ onu ordudan mahrum etmek çarelerine başvurdular… “
Günümüzde de Mütareke Yıllarında olduğu gibi, iktidar ABD ile işbirliği yaparak, “orduyu felç etmek“ için elinden geleni ardına koymuyor. Hükümet, Türk ordusunu yendi, hizaya soktu…” gibi sözlerle kendi ordusunu yenmekle övünüyor. Var mıdır böyle bir şey? Kim söyleyebilir bu türden sözleri? Türk ordusu ne zamandan beri hükümet tarafından düşman sayılmaktadır?
Dostun da düşmanın da bilmesi gereken şudur: Tarih boyunca Türk ordusu (geçici dönemler hariç) hiçbir zaman yenilmedi. En kötü dönemlerinde bile bağrından mutlaka bir Mustafa Kemal, bir Atila Işık Paşa çıkardı ve onurumuzu kurtardı. Korudu.
Ordumuzun içine düşürüldüğü bugünkü durum da gelip geçicidir. Mutlaka gerçek gücüne, yerine, onuruna ve eskiden olduğu gibi halkın güvenine kavuşacaktır.
Şimdi buradan çok açık ve net olarak sesleniyor ve diyorum ki: Orduyu tertiplerle, hayali senaryolarla yıpratmaya, dize getirmeye, bozguna uğratmaya çalışmak kimseye iyilik getirmez.”
“Orduyla oynayanlar, ateşle oynadıklarının bir gün farkına varacaklardır… Öncekiler gibi onların da sonu hüsran olacaktır…
ALİ ERALP/ali-eralp@hotmail.com
İLK KURŞUN